Basın-Sen Başkanı ve gazeteci Ali Kişmir’e 15 Ağustos 2020 tarihinde yayınlanan “Genel Ev” başlıklı yazısı nedeniyle Savcılık tarafından açılan dava, ülke gündemini birazcık takip eden herkesin malumudur(1).
Söz konusu dava 6 Ekim 2023 tarihinde görüşülmeye başlayacak ve Ağır Ceza’ya havale edilmesi durumunda Ali Kişmir’in 10 yıla kadar hapis istemiyle tutuklu olarak yargılanması söz konusu(2).
Fikir, düşünce ve ifade özgürlüğüne açık bir saldırı olan bu dava süreci toplumumuzun hemen her kesimi tarafından tepkiyle karşılanmış durumdadır.
İlk günden itibaren birçok kurum, kuruluş ve birey bu davayı kınamış, Ali Kişmir ile dayanışmasını ifade etmiş ve bu sürecin Ali Kişmir şahsında tüm toplumu susturmaya yönelik bir girişim olduğunu vurgulamıştır.
Susmuyoruz! İmzalıyoruz!
5 Eylül 2023 tarihinde ise, ülkemizde uzun zamandır görülmeyen bir girişim bu dava vesilesiyle hayata geçmiş durumdadır. Kıbrıslı Türk halkının aydın, sanatçı, akademisyen, sendikacı, siyasetçi ve gazetecileri “Susmuyoruz, İmzalıyoruz” başlıklı bir metne imza koyarak bir adım öne çıktılar.
Metin farklı görüşlerden onlarca aydının, “Susmuyoruz ve Ali Kişmir’in yazısının altına bir imza da biz koyuyoruz!” cümlesi ile biten ortak irade beyanını toplumun gündemine taşıdı(3). Bu bir girişim birçok bakımdan yenilikler içeriyor!
Öncelikle imzacılar açık bir irade beyanıyla Ali Kişmir’in yargılanmakta olan yazısına imza atıyorlar. Bu yazıyı imzalayarak, yargılanmaya hazır olduklarını beyan etmiş ve Ali Kişmir’e verilecek herhangi bir cezanın kendilerine de verilmesi için egemenlere meydan okumuş oluyorlar.
İkinci olarak, bu tutum teker teker bireylerin birbirinden ayrı ve dağınık tavrı olarak değil; ortak bir zeminden temellenen ortak bir hareket olarak yani örgütlü bir şekilde hayat buluyor!
Son olarak ise, bu girişim ile Kıbrıslı Türk aydınlar, toplum adına bir adım öne çıkmış ve ülkemizde uzun zamandır unutulmuş olan “aydın sorumluluğu”nu yeniden gündeme getirmiş oluyorlar.
Bu son konunun üzerinde biraz duracağım. İlk imza listesinde Mustafa Akıncı’dan Mehmet Birinci’ye; Şener Levent’ten Celal Özkızan’a; Yaşar Ersoy’dan Aral Moral’a; Başaran Düzgün’den Kazım Denizci’ye kadar uzanan geniş bir fikirsel yelpazeden 87 imza göze çarparken; ikinci haftasında kampanya her fikirden avukatlar, doktorlar, mimarlar, gazetecilerin katılımıyla 198 kişiye ulaştı. 6 Ekim’e kadar devam edeceği duyurulan kampanya bir “Aydınlar Dilekçesi”ne dönüşmüş durumda.
Aydınlar Dilekçesi
“Aydınlar Dilekçesi” 12 Eylül 1980 faşist cuntası karşısıda Türkiye’de Aziz Nesin öncülüğünde bir araya gelen, 1383 onurlu entelektüelin 5 Mayıs 1984’te başlattığı ve tarihe geçmiş meydan okumasıdır. O tarihte Türkiye’nin nüfusu 48 milyon kişidir. 1383 imza bu 48 milyon içerisinde ne anlam ifade eder?
Eğer meseye niceliksel olarak bakarsak, koskoca bir hiç! Ancak aydınlar bir toplumun aklını, ruhunu, fikrini, eylemini temsil ederler. Sanatsal, kültürel, ekonomik, mimari, hukuki, siyasi, akademik, sendikal yaşam; eğitim, sağlık, gazetecilik kısacası bir toplumu toplum yapacak her türlü yaşayan öğe aydınlar olmadan düşünülemez.
Toplumun düşünsel ve duygusal yaşamı, aydınlar aracılığı ile şekillenir ve elinde hangi zor mekanizmasını bulundurursa bulundursun hiçbir devlet, topyekün harekete geçmiş aydınlar karşısında başarılı olamaz.
Kenan Evren cuntası bunu çok iyi bildiğinden 15 Mayıs 1984’de dilekçenin kamuoyu ile paylaşılmasının hemen ardından aynı gün dilekçeyi yasakladı ve 20 Mayıs’ta da dilekçeye imza koyanlara dava açarak imzalara el koydu!
İmzacıları yargılamak amacıyla başlatılan dava, 12 Eylül’ün yargılanmasına dönüşürken, 7 Şubat 1986’da imzacıların beraat etmesi ile son buldu. Kenan Evren Cuntası önce Türkiye’nin onurlu aydınları, ardından mahkeme ve son olarak tarih önünde bu şekilde mahkum oldu!
Aydın Sorumluluğu!
Halen devam eden “Susmuyorum! İmzalıyorum!” imza kampanyası 87 imza ile başladı ve ikinci haftasında 198 imzaya ulaştı. Bu 198 imza, 48 milyon kişilik 1984 Türkiye’sindeki 1383 imza ile kıyaslandığı zaman çok yüksek bir rakamdır ve Ali Kişmir’in dava sürecinin başlayacağı 6 Ekim tarihine kadar katlanarak artacağını da biliyoruz.
1984 tarihinde Aydınlar Dilekçesi karşısında çılgına dönen Kenan Evren, Manisa’da bir mitingte “Memleketi işçi, aydın, memur diye ayırıyorlar” diye şikayet ediyordu!
12 Eylül cuntası, bir toplumda aydınların ne anlam ifade ettiğini çok iyi biliyor ve “aydın sorumluluğu” denen tutumu ezmeden, aydın tutumunu sıradanlaştırmadan hedeflediklerini başaramayacaklarını anlayabiliyordu. Bunun için de halka, “bakın bu densizlere, size kendilerinden üstün tutuyorlar” mesajı vermek için elinden geleni yaptı.
Aziz Nesin ile Kenan Evren’e verdiği cevapta aynen şöyle diyordu: “Bizler bu dilekçeyi yazar ve imzalarken bunun karşılığında aydın olduğumuz için bir minnet beklemiyorduk ve aydın olmanın ayrıcalıklarından yararlanmaya kalkmış değildik.
Emekli olduktan sonra holdinglerin yönetim kurullarında ve büyük sermayeli ticaret kuruluşlarında ve bankalarda ve benzeri büyük sermaye gruplarında ve özel girişim kuruluşlarında ve dış alım- satım firmalarında, yüksek çıkarlar karşılığında hiç anlamadıkları işlerde ve hiç çalışmadan görev alan ve aç gözleri hiç doymayan yaşlı kişilerin aydın olduklarını söylemelerinden utanmaları nasıl gerekirse, bu dilekçeyi yazıp imzalamak karşılığında bugünkü yönetimin tutumunu bildiğimizden nimet değil külfet, ödül değil ceza bekleyen bizler de kendimizi aydın sanmaktan onur duymaktayız.
Bu dilekçeyi imzalayanlar arasında salt ulusal düzeyde değil uluslararası düzeyde sanatçılar, yazarlar, gazeteciler, bilimciler, hukukçular, eski bakanlar vardır. Bunlar aydın değillerse, Türkiye’de Aydın ilinden başka aydın kalmaz”
Bir toplumda halkın aydınlar ile kendini bir tutması, aydın olma pratiği geliştirmeden aynı muameleyi görmeyi beklemesi ne kadar yanlışsa; aydınların da halkı küçümsemesi ve kendini üstün görmesi o kadar yanlıştır! Aydın olmak her şeyden önce halka karşı bir sorumluluk ve bedel ödemeyi göze alma onuruna sahip olmak anlamına gelir!
Bireyciliğin yüceltildiği, örgütlü mücadelenin küçümsendiği, bedel ödemekten itinayla kaçıldığı günümüz politik ve kültürel atmosferinin temelleri 12 Eylül 1980’de atılmıştı. Bu atmosfer ülkemizde de egemen kılınmak istenmektedir. Bu ortamda Kıbrıslı Türk aydınların “Susmuyorum! İmzalıyorum!” diyerek bir adım öne çıkmaları, yargılanmaya hazır olduklarını beyan etmeleri, bunu toplu bir şekilde hayata geçirmeleri tarihi öneme sahiptir!
Egemenler bunun farkındadır! Umuyoruz ki henüz “Susmuyoruz! İmzalıyoruz!” imza kampanyasına katılmamış aydınlarımız da kendi tarihsel sorumluluklarını hatırlayacaklar ve tarih önünde kendilerine sunulmuş bu bedel ödeme fırsatını kucaklayacaklardır!
Münür Rahvancıoğlu