Doğu Akdeniz Üniversitesi (DAÜ) Finansal Düzenleme ve Risk Yönetimi Merkezi Başkanı ve Bankacılık ve Finans Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mete Feridun, son dönem ekonomi yönetimini değerlendirdi
Feridun: Ekonomik öngörüsüzlüğün sonuçları sadece bize değil bizden sonraki nesillere de olumsuz yansıyacak
İstatistik Kurumu’nun 2021-2022 yıllarını kapsayan Hanehalkı Bütçe Anketi’nin elde sonuçlarına göre nüfusun yüzde 15 kadarı yoksulluk sınırının altında görünüyordu.
Aradan geçen 2-3 yılda gerek kötüleşen ekonomi gerekse ülkede kaçak olarak bulunan gelir düzeyi düşük kişilerin sayısının artmasıyla bu rakamın yükselmiş olduğunu tahmin etmek güç değil.
Ancak sorun sadece fakirleşme ile sınırlı değil. Öyle olsa günün birinde ekonomik koşulların düzelmesiyle sorunların çözüleceğini ümit edebilirdik. Son dönemde ekonomik kriz derinleşirken eş zamanlı olarak da sosyo-ekonomik açıdan hızlı bir geçiş dönemi yaşamaktayız.
Kısa bir süre önce kayıt dışı ekonominin yüzde 80 gibi yüksek bir oranda olduğuna dair görüşler basına yansımıştı.
Bu süreçte gelir dağılımı daha adaletsiz hale gelmekte, demografik yapı değişmekte, yeni toplumsal sınıflar oluşmakta, mevcut sınırlar ise daha keskin hale gelmektedir.
Böylesine kritik bir süreçte özellikle eğitim, sağlık hizmetleri ve emek piyasası gibi alanlarda uygulanacak politikaların verilere ve uzman görüşlerine dayanan, kapsayıcı ve uzun vadeli bir vizyon çerçevesinde planlı bir şekilde tasarlanması gerekir. Bu eksiklik ve ekonomik öngörüsüzlüğün sonuçları sadece bize değil bizden sonraki nesillere de olumsuz yansıyacak.
“Ekonominin artık çok daha öngörülü ve sürdürülebilir kararlarla yönetilmesi gerekir”
Böyle olumsuz bir tablo karşısında ekonomik analiz yapmanın da fazla bir anlam taşıdığını iddia edemeyiz ama toplumda gelir dağılımındaki adaletsizliklerin sosyal huzursuzluğa, siyasi istikrarsızlığa, ekonomik verimsizliğe ve daha birçok olumsuz sonuca yol açtığını söyleyebiliriz.
Kısa süre öncesine kadar ülkeyi kamu sektörü ve özel sektörden oluşan basit bir yapıda değerlendirmek ve ekonomiyi ona göre yönetmek mümkündü. Artık çok daha geniş bir yelpazede farklı alım güçlerine sahip tüketici gruplarından oluşan çok parçalı bir yapıdan söz etmek mümkündür.
Gelinen noktada mevcut ekonomik yapının artık eskiden olduğu gibi günübirlik ve rastgele alınan siyasi kararlarla yönetilmesi mümkün görünmüyor. Siyasilerin kısa vadeli kazanımlar yerine toplumun uzun vadeli refahını gözetme gibi bir sorumluluğu vardır. Ekonominin artık çok daha öngörülü ve sürdürülebilir kararlarla yönetilmesi gerekir.
“Gelir dağılımı giderek daha dengesiz ve adaletsiz bir hale gelmektedir”
Gelir dağılımı giderek daha dengesiz ve adaletsiz bir hale gelmektedir. İstatistik Kurumu’nun 2021-2022 yıllarını kapsayan Hanehalkı Bütçe Anketi’nin elde sonuçlarına göre gelir dağılımı eşitsizlik ölçütü olan Gini katsayısı 7 yıl öncesine göre göre yüzde 10 civarı yükselmişti.
Aradan geçen sürede bu katsayının yükselmiş olduğunu tahmin etmek zor değil. Gelinen noktada ülkede genellikle gayrı yasal veya vergilendirilmeyen aktiviteler sayesinde hızla zenginleşen bir kesim oluştuğunu görüyoruz. Buna ilave olarak çok sayıda varlıklı yabancıların artık ülkemize yerleştiklerini biliyoruz.
Öte yandan ülkeye öğrenci olarak getirilip zor koşullarda yaşamaya mahkûm edilen ve ucuz işgücü olarak suistimal edilen ciddi bir kesim olduğu da malum. Rum kesiminden gelip kuzeyde alışveriş yaparak piyasa dinamiklerini bozan azımsanmayacak bir tüketici grubu da var.
Böylesine hızlı bir gelir dağılımı dengesizliğiyle karşı karşıya olan bir ekonomik yapının sürdürülemez olduğu ortadadır. Ülkede yaşanmakta olan toplumsal dönüşüm süreci ekonomik kriz dönemine denk gelmesi nedeniyle sancılı bir şekilde yaşanmaktadır.
Bu soruna ancak bilimsel çerçevede hazırlanmış uzun vadeli politikalar çare olabilir. Ancak ne nüfusun ne de ülkedeki kaçak sayısının tam olarak bilinmediği bir ülkede bunlardan bahsetmek ne kadar anlamlı olur o da bir soru işareti.
“Devletin görevi kamu özel ayrımı olmaksızın bütün vatandaşlara insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlamaktır”
Bilindiği gibi ülkedeki işgücü piyasası genel hatlarıyla özel ve kamu olmak üzere iki ayrı kesimden oluşmaktadır.
İşletme sahipleri ve nispeten az bir sayıda yüksek maaş alan beyaz yakalı çalışanlar dışında özel sektörde çalışanların ise hem maddi olanakları genellikle daha kısıtlıdır hem de çalışma koşulları daha ağırdır. Bu durumda devletin aslında destek vermesi gereken kesim özel sektörde çalışanlar olmalıdır.
Geçtiğimiz günlerde ilgili Meclis Komitesi’nin hayat pahalılığının kamuda dört ayda bir otomatik olarak maaşlara yansıtılmasını karara bağlamasına rağmen asgari ücreti kapsam dışı bırakmasına ilişkin tepkiler basına yansıdı.
Sosyal devletin görevi kamu özel ayrımı olmaksızın bütün vatandaşlara insanlık onuruna yaraşır bir yaşam sağlamaktır.
Asgari ücretin de hayat pahalılığı oranına bağlı olarak otomatik olarak artmasını sağlayan yasal düzenlemenin yapılmamış olması adil olmamakla birlikte bunun işverenler açısından ek bir yük yaratacağı da malumdur. Özel sektör ve kamu kesimi arasındaki dengenin sağlanabilmesi ancak kapsamlı, bilimsel ve veriye dayalı ekonomik etki çalışmalarıyla mümkündür.
“Hükümetin birinci önceliği gelir dağılımı adaletsizliğine çare üretmek olmalıdır”
Uzun vadeli politikalar geliştirecek yetkinliğimiz olmasa da hiç değilse gelir adaletsizliğini giderecek tedbirler alınabilir.
Ülkemizde kamuda çalışanlar gerek gelir gerekse çalışma koşulları açısından her zaman daha avantajlı olmuştur, bu bir gerçektir. Diğer ülkelerde genellikle özel sektörde çalışmak tercih edilirken ülkemizde durum bunun tersidir.
Kamuda istihdam edilmenin avantajlarını sadece bireysel olarak maaş düzeylerinin daha yüksek olması veya çalışma koşullarının daha rahat olması şeklinde değerlendirmek yanlış olur.
Kamuda çalışanların büyük bir kesimi belli siyasi partilerin destekçilerinden oluştuğu için genellikle aile olarak kamu sektöründe çalışmakta veya bir şekilde kamu kaynaklarından faydalanmaktadır.
Yani sadece karı-koca olarak kamuda çalışmakla kalmayıp aynı zamanda aile büyüklerinin emekli maaşlarının da orantısız düzeyde yüksek olması nedeniyle onlardan da belli bir ölçüde maddi destek elde etmektedirler.
Ayrıca yine belli siyasi partilere birkaç nesil boyunca yakın olmalarından dolayı genellikle zor durumlarda satabilecekleri arsa veya diğer gayrimenkulleri de vardır. Bu adaletsiz durum halen daha bu ülkenin bir gerçeğidir. Hükümetin birinci önceliği toplumun yapısını da göz önünde bulundurarak özel ve kamu sektörleri arasındaki derinleşen gelir dağılımı adaletsizliğine çare üretmek olmalıdır.
“Yolsuzluk ve toplumsal yozlaşmanın en büyük sebeplerinden biri de genel umutsuzluk halidir”
Siyasilerin toplumun kaderini değiştirebilecek nitelikte ekonomik ve siyasi politikalar geliştirme gibi bir önceliğinin olmaması en büyük eksikliğimizdir. Mevcut ekonomik ve sosyal politikaların değişen toplum yapısını destekleyecek şekilde gözden geçirilmesi ve ihtiyaç duyulan alanlarda uzun vadeli projeler ortaya konması gerekir.
Toplum olarak geleceğe yönelik sürdürülebilir çözümler üretme potansiyelimiz her zaman düşük olmuştur ancak gelinen noktada bu kapasitemizi tamamen kaybetmiş durumdayız. Siyasiler gündelik konular üzerinde vakit harcarken toplum artık çaresizliği iyice benimsemiş ve geleceğe dair umutlarını yitirmiştir.
Son dönemde gündeme gelen yolsuzluk ve toplumsal yozlaşmanın en büyük sebeplerinden biri de bu genel umutsuzluk halidir. Bunları münferit olaylar olarak değil toplumun değişen değer yargılarının ve sosyo-psikolojik durumunun bir yansıması olarak değerlendirmek gerekir.
Çünkü bunlar bireyleri kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli toplumsal faydaların üzerinde tutmaya itmekte ve bu da yolsuzluğu normalleştirmektedir.
Yolsuzluk ve yozlaşma ile mücadele sadece hukuki tedbirlerin alınmasıyla değil ekonomik dengelerin uzun vadede adil ve sürdürülebilir olmasıyla başarılı olabilir.