Özgür Gazete‘nin gündeme getirdiği “KÖLE KAMPI” ve “İNSAN TİCARETİ” skandallarının ardından, ilk günden itibaren bölgede olan, köleleştirilen emekçilerle görüşen, polise ifade vermeleri sürecinde tercüman ve avukat desteği sunan İnsan Hakları Platformu Avukatlarından Yağmur İzcan, kamplardaki son durumu anlattı, korkunç gerçekleri ve yapılmayanları bir kez daha gözler önüne serdi
İzcan: Biz geçen hafta 11 kamp gezdik, sağlık sıkıntıları yaşayanlar var
Geçtiğimiz haftalarda veri ve bilgi toplamak ve son durumu raporlamak için bölgedeki 11 KÖLE KAMPI’nı İnsan Hakları Platformu adına ziyaret eden Avukat Yağmur İzcan, konunun Özgür Gazete’nin haberleriyle haftalardır zaten gündemde olduğunu hatırlattı.
İzcan, “Biz geçen hafta 11 kamp gezdik. Bir aydır düzenli olarak gidip geliyoruz kamplara ama daha sistematik şekilde, veri toplamak açısından ve orada yaşayanların talepleri üzerine bir kez daha gittik. Çünkü sağlık sıkıntıları yaşayanlar var, farklı sıkıntıları olanlar var” dedi.
“Durum göründüğü kadar kötü, kanalizasyon topraktan akıyor, bir şiltede iki kişi yatıyor”
İzcan kamplardaki izlenimlerini şöyle anlattı;
“Bu kamplarda şunu görüyoruz; Ziyaretlere başladığımızdaki kamplarda olan işçi sayısı ile iki hafta sonraki sayı arasında farklar oluyor. Bu insanlar farklı yerlere götürülüyor. Bu iş “tesadüfi” ya da “Cypfruvex’in getirdiği işçiler portakal kesimi bittiği için mağdur oldu” düşüncesinden daha derin anlamlar içeriyor.
Durum zaten en az kamuoyunda göründüğü kadar kötü. Kanalizasyon sıkıntısı var, pis sular topraktan akıyor, hijyen ürünü yok.
Kamplar yarı açık sığınak gibi; bir odada 5-6 kişi kalıyorlar, birçoğunun şilteleri yok, olanlarınki de içler acısı durumda, bir şiltede 2 kişi yatıyorlar.
“Temiz su yok, mutfak araç gereci yok, gıdaya ve şehre ulaşım yok”
Gıda ve temiz su sorunu var. Gittiğimiz hiçbir kampta temiz su yok. Bölgede tarlaları sulamak için su kaynakları, havuzlar, depolar var. Oradaki insanlar o suyu içmek zorunda kalıyor. Bu durum hem sağlıksız hem insanlık onuruna aykırı.
Herhangi bir mutfak araç gereci yok, dışarıda büyük siyah kazanlarda ateş yakarak yemek pişirmeye çalışıyorlar.
3-5 bin TL ödeme aldılarsa ve ailelerinden gelen bir miktar para varsa onlarla un ve yağ alıp karınlarını doyuruyorlar.
İnsanların bu koşullarda barındırılması, şehre bile erişimlerinin zor olması, tarlaların içinde ücra köşelerde tutulması, gıdaya erişimlerinin dahi zor olması; “İnsan ticareti var mı?” diye bakılan göstergelerdir.
“Tehdit ve baskı var, ‘aracılar’ bizim gittiğimizde haber alıp geliyorlar”
Hala baskı, tehdit ve kontrol altındalar. Bu konuda yetkili kurumlara ve devlete büyük görev düşüyor.
‘Aracı’ dediğimiz insanlar; kendi görevlilerini ya da iş birlikçilerini kamplara yerleştirmiş durumdalar. Bu tür ağlarda ‘ispiyon sistemi’ işler.
Baskı ve şiddet her zaman demir sopayla olmaz. Bunu dediğim için üzgünüm ama modern çağlarda, bir insanı döverek disipline etmekten daha önce gelen tehdit ve ajanlıkla kontrol altına almaktır.
“Korkmuyorlar, bu özgüven nereden geliyor?”
Bu ‘aracılar’ dediğimiz insanlar herhangi bir baskı ya da tedirginlik hissetmiyorlar. Bu kadar olay olduktan sonra en azından kendi menfaatleri için daha korunaklı davranmaları beklenir. Ama böyle bir kaygı yok, bu özgüvenin nereden geldiğini de sorgulamamız gerekiyor.
Hala daha biz kamplara gider gitmez oraya insan gönderenler var. Bu yüzden biz işçilerin güvenliği açısından da onlara açıktan derin sorular sormuyoruz. Acil gıda ve sağlık ihtiyacını soruyoruz onları da riske sokmamak için.
“Bize gizlice ‘Biz konuşamıyoruz’ diyorlar”
Buna rağmen o kadar çabuk müdahale ediyorlar ki; örneğin bir iki kişi gruptan ayrılıyor ve pencerelerden bize ‘Biz konuşamıyoruz, bu kişiler aracıların adamları, rahat konuşamıyoruz’ diyorlar.
Bu kontrol sistemi halka kırılmış değil.
“Kamplardaki işçi sayısında azalmalar var, nerede bu insanlar?”
İşçilerin sayılarında azalmalar var, dağılmalar var. Bu insanlar nereye gitti?
Portakal sezonu zaten gerekenden önce kapandı ve kriz oldu şimdi bu insanların yeniden pazarlanma vakti.
Parasını bulup aracısına para verebilen kamptan çıkıp aracının onun yerleştirebileceği yeni işe gidiyor yani insan ticaretinde ikinci tura geçtik.
Bunu sağlayanlar kamplardan alınıyor, sağlayamayanlar çamur içinde orada kalmaya devam ediyor.
“Yetkililer izliyor, yine paraları alınacak”
Bundan daha büyük şantaj olabilir mi işçilerin bu parayı vermesi için? Sanki çok doğalmış gibi yetkililer de izliyor, ‘aracılar yeni işler bulacak’ deniyor.
Bu aracılar yeni işi bu işçilerin yüzü suyu hürmetine mi bulacak? Yine parasını alacak, yine kötü koşullara seslerini çıkarmayacaklar, yine aç kalınca canlarına tak edince ‘al bin euro daha beni başka yere götür’ demek zorunda kalacaklar.
Bitmiş sorun yok, büyüyen sorun var. Sorun çözüldü diye bir şey yok.
“Kim getirdi? Kim ülkeye girmelerine imkan sağladı? Kim barındırdı? Kim çalıştırdı? Cevaptakiler kimlerse hepsi soruşturmaya dahil edilmeli”
Bu yaşananlar yeni değil aslında uzun süredir ülkemizde süregelen bir sorun.
Ceza Yasası diyor ki; “Her kim ki tehdit, baskı, zor veya şiddet uygulayarak, kandırarak, nüfuzunu kötüye kullanarak veya kişilerin üzerindeki denetiminden yararlanarak bir kişiyi bir yerden bir yere götürüyor, barındırıyor, zorla çalıştırıyor, ülkeye girip çıkmasına imkan sağlıyorsa; insan ticareti suçu işler”
O zaman bu insanları kim getirdi? Kim ülkeye girmelerine imkan sağladı? Kim barındırdı? Kim çalıştırdı?
Bu soruların cevabındaki isimler kimlerse hepsi bu soruşturma dahilinde sorgulanmalı ve yargılanmalıdır.
Yasa çok nettir; Kim getirdi? Kim olanak sağladı Ercan’dan girmelerine? Cypfruvex’in izniyle geldiler, bu bir olgudur.
“Aracılar, onların çaresizliklerinden yararlananlar… Bu isimlerin hepsi biliniyor, hepsi ifadelerde var”
Aracılar, onların çaresizliklerinden yararlananlar, bu isimlerin hepsi biliniyor, hepsi ifadelerde var. Aracıların kamplarda kontrolcü olarak bulundurulduğu insanların isimleri de var, mağdurların nerede olduğu da biliniyor, polisin hepsini tek tek inceleyip sorgulaması lazım.
Polisin ‘Benim ekibim, tercümanım yok, bir tahkikat memurum var, bu kadar yapabilirim’ demesi soruşturmayı yavaşlatmaktır.
Devlet istediğinde tüm haşmetiyle soruşturma yapıyor, ne özel soruşturma birimleri kuruldu.
Biz İnsan Hakları Platformu olarak tercüman buluyorsak, işçilerle görüşüyorsak, mağduriyetlerini raporluyorsak bu koca büyük devletimiz bunu yapamıyor mu? Bu bir kaynak eksikliği değil niyet eksiklidir.
“İnsan ticareti, bireyin bireye işlediği değil organize ve sınırlar ötesi bir suçtur”
Kolaya kaçma yolunu kabul etmememiz gerekiyor. ‘Bir kişi dayak yemiş, o kişiyi bulun, onun ifadesini alalım’ deniliyor. Tamam bunu yapın tabi ki ama bu olay bundan ibaret değil ki.
Bu olay böyle çözülemediği için dünyanın her yerinde insan ticareti soruşturma ekipleri var. Global, büyük ağlara dayanan, bireyin bireye işlediği değil organize ve sınırlar ötesi bir suçtur bu.
Yasalar, Palermo Protokolü, uluslararası insan hakları dokümanları da söyler bunu, bu devletin imzacısı olduğu sözleşmeler de söyler.
Bu rahatlığın sebebi; kimsenin onlardan hesap sormayacağına dair edindikleri özgüven. Başka ülkelerde bunları yapamazlar, ciddi yaptırımlara maruz bırakılırlar, ürünleri alınmaz, uluslararası ticaret ağları kilitlenir.
“Bu kadar rahat olmasınlar. Bunun sonuçları olacak”
Ülkenin tanınmamışlığından gelen bir kısım özgüven de var biraz da mevcut iktidarın belli mental mahcubiyet sınırlarını aşmamalarından kaynaklı özgüven var.
‘Biraz meydanı boş bulan rahat yürür’, böyle bir durum söz konusu ama bu kadar rahat olmamaları gerekiyor. Bunun sonuçları olacaktır.
“Bu sadece 3. dünya ülkesi vatandaşları sorunu değildir, bu ülkedeki çalışma hayatını zehirler”
Örneğin; ‘Lojman sağlayan, maaş olarak asgari ücretin yüzde 70’ini ödeyecek’ deniliyor.
Bu; yaratılan yasa dışı insan ticaretinin sonucu ve sebebi olan şeylerle mücadele etmek yerine, yasallaştırıp meşru zemine oturtulması anlamına gelir.
Bunun hayattaki karşılığı; işveren bir oda tutar, içler acısıdır, 5-6 kişi kalır bir odada ama sanki villada oturturmuş gibi maaşından 300-400 sterlin kira ücreti keser, elektrik-su parasını keser, yemeğini iş yerinde yiyorsun der, onu keser.
Günün sonunda maaştan geriye ölmeyecek kadar para kalır, işçi bunu da kimi zaman alır almaz. Aylarca bir kuruş almadan çalıştırılırlar ta ki yeniden bir sömürü sistemi başlayana kadar.
Bu inanma meselesi değildir, dünya kabul etti bunu. Bu böyle başlar ama tüm iş hayatını zehirler.
Bu sadece 3. dünya vatandaşlarıyla sınırlı kalmaz. ‘Yerel işçi neden istihdam edeyim, istemezse gitsin, getiririm’ noktasına gelir.
Aracılar işverenden para almıyor nasılsa. İşveren belli süre sonra yerli işçileri de aynı şartlara tabi tutar, tutamadığını da çalıştırmaz.
Ses çıkarıp çıkarmamayı ideolojik ve 3. dünya vatandaşlarının haklarını savunmak üzerinden değil ülkedeki çalışma hayatının da ne hale geleceği üzerinden düşünsün herkes…”