KıbrısManşet

“Sağlıktan ve Demokrasiden Tasarruf Olmaz”






Ayağını Yorganına Göre  Uzatacaksın,  

1990’lı yıllar bizim Tabipler Birliği yönetiminde olduğumuz dönemdi. O günlerde Dr. Rifat Atun Londra’da İmperial College’de akademisyen hayatına (yüksek lisans eğitimine) yeni başlamıştı.

Hocası ile birlikte özel olarak Sağlık Bakanlığı’nın daveti üzere, Kıbrıs’a gelerek KKTC sağlık hizmetlerinin  “Reorganize” edilmesi amacıyla,  bir haftalık bir araştırma yaptılar. Kuzey Kıbrıs’ta tüm sağlık kuruluşlarını gezip ilgili,  yani devlet sağlıkçılarıyla tartışıp onların görüşlerini aldıktan sonra, Tabipler Birliği olarak bizlerin de görüş ve önerilerini almak istediler.

O günlerde Tabipler Birliği’nin binası böyle bir toplantı için uygun olmadığından  Sağlık Bakanlığı’nda toplandık. Toplantıya Tabipler Birliği adına ben ve Bülent katıldık. Toplantı masasının etrafında, dönemin sağlıkçı olmayan müsteşar ve müdürü, Dr. R. Atun ve İngiliz Hocası vardı.

Biz, o günün şartlarında özet olarak şu görüşleri dile getirdik:

(350 kadar hekim ve 150 bin nüfusumuz vardı, henüz kalabalık olmamıştık.)

“KKTC’de sağlık sektöründe iyi bir fiziki altyapı vardır, personel altyapısı iyidir, araç, gereç donanımı yeterlidir, teknolojik altyapı da fena değildir. Ancak bu altyapının taşıdığı potansiyelin organizasyonu yapılamadığı nedeniyle, iyi olarak tanımladığımız bu alt yapıdan rasyonel bir şekilde yararlanamıyoruz. Sonuç olarak güzel bir çalışma ortamı yaratamadığımız gibi kaliteli, verimli sağlık hizmeti de üretemiyoruz. Bu tablodan herkes şikayetçi. Hizmeti alan hastalar şikayetçi, hizmeti veren biz hekimler ve diğer sağlık çalışanları olmak üzere hepimiz şikayetçiyiz. Hizmetlerin organizasyonunu yapan bakanlıktır. Yani Sağlık sektörünün “Genel Kurmayı”…  Reorganizasyonu yapacak olan da bu bakanlıktır… Ancak, bu Bakanlığın böyle bir kapasitesi, böyle bir personel altyapısı ve yetkinliği yoktur. Bu nedenle önce bu “Genel Kurmayın” bu işleri yapabilecek kapasiteye ulaşması için reorganize edilmesi gerekir.”

İngiliz Profesör: “Görüşlerimiz örtüşüyor” anlamında ifadeler kullandı. “Her gittiğimiz yerde bize yeni bina, yeni hastane ihtiyacından bahsettiler. İhtiyacınız olmayan,  tek yapmayacağınız iş yeni bina olmalı.” Daha başka önerilerini de zaten rapor halinde sunmuşlardı.

Toplantı bittikten sonra, Ankara’da fakülte yıllarından beri tanıdığım, iyi konuştuğum Müsteşar arkadaş sitemkâr şekilde bana şunu söyledi: “Yahu Hami bizi beğenmiyor musunuz?

“Arkadaş, bu iş seninle veya bir başka şahısla ilgili değil. Biz bir sistemle ilgili tartışıyoruz…”  Tartışmalar devam etti… Bu tartışmalar sürecinde kendisine şunu sordum:

“Ya hu arkadaş sen bu güne kadar, sağlık sistemiyle ilgili veya başka bir konuda bakana hangi projeyi hazırlayıp ve/veya hazırlatıp sundun da bakan reddetti?”  Müsteşar, çok doğru, gerçekçi, bugün için de geçerli olan ve bizim de bildiğimiz bir cevap verdi:

“Bize bütün program ve projeler hep yukarıdan, Bakandan gelir” dedi.

O günden bu yana aşağı yukarı 25 sene geçti. Yukarıda bahsi geçen koltuk ve/veya mevkilerden kimler geldi kimler geçti… Değişen sadece koltuklar ve adamlar oldu. Mantalite ve sorunlara yönelik yaklaşım hiç değişmedi. Bu güne kadar Kanada, Amerika, İngiltere’den Türkiye’ye kadar, birçok ülkeden en az

10’dan fazla yetkin profesyonel danışman getirildi, paralar ödendi , masraflar yapıldı.  Prof. Dr. Rifat Atun 2007 – 2008 yılları arasında bu kez DSÖ adına tekrar gelerek hazırladığı raporda sistemle ilgli önerilerde bulundu. Ancak sağlık sorunları adına temelde değişen hiçbir şey yok. Yakın bir gelecekte de esasa yönelik bir değişiklik beklemeyin.

Çünkü bugüne kadar gelmiş geçmiş Sağlık Bakanları ve kurmayları bakanlığın işlevini ve sorumluluk alanlarını tam olarak algılayamadılar.

Eğer Bakanlık görev ve sorumluluklarını tam olarak algılamış olsaydı, Koronavirüs karşısında böylesine örgütsüz yakalanmazdı. 2018 yılında yasalaşan “Bulaşıcı Hastalıklarla Mücadele” yasasının öngördüğü Bulaşıcı Hastalıklar Departmanını kurar, kurumsal yapısını tamamlar, lojistik hazırlığını da yaparak, koronayı sınır kapısında karşılar, kucağında bulmazdı.

Covid -19 Wuhan kentinden yola çıktığı zaman, “Bulaşıcı Hastalıklar Üst Komitesi’ni” toplantıya çağırır, mücadele için yol haritasın belirlerdi.

“Biz hazırız, alt yapımız tamamdır, Covid-19 mücadelesi kazanılmıştır, Dünya literatürüne geçeceğiz” tarzındaki popülist demeçler yerine, DSÖ’nün öngördüğü önce sağlık çalışanlarının eğitim çalışmaları olmak üzere, toplumu bilgilendirmeye ve mücadele için hazırlamaya yönelik programlar yapardı.

Halbuki, DSÖ, Pandemiyi 20 Mart 2020’de ilan etmesine karşın siz Temmuz başında mahkeme kararıyla  “metazori” ilan ettiniz. Çünkü, muhtemelen  yasadan da habersizdiniz.

“Sıfır Vaka”ya ulaşılmasını dahi Hükümet doğru değerlendiremedi. Sıfır Vaka’ya polisiye tedbirler yanında, halkın bilinçli ve sorumlu davranışı ile ulaşılmıştır. O aşamada özel bir örgütsel yapı veya organizasyona gerek yoktu, sağlıkla ilgili tedbirlerin alınmasında alelacele de olsa organize edilen kompetent ekipler yeterli olmuş, Covid-19’un ülkemiz genelinde kontrol altına alınarak salgına dönüşmesi engellenebilmiştir.

Ancak,  1 Temmuz’da malum olduğu üzere Bilim Kurulunun tavsiyelerine karşın, ekonomiyi canlandırma adına, KKTC ekonomisinin asalakları olan, sadece bir avuç kumarcıya kazanç sağlamak için pervasızca kapılar açılmış, bir çuval incir berbat edilmiştir.

Ülke genelinde, her seviyedeki eğitim heba edilmiştir. Ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın ve gençlerimizin eğitimine karşın kumarcıların çıkarları tercih edilmiştir. Bu gün ise okulların ne zaman açılacağı, eğitimin başlayıp başlayamaycağı belli değil.

Covid-19 aldı başını gidiyor:

DSÖ, Türkiye’yi “C” kategorisinde değerlendirmesine karşın,  hükümet, bilimsellikten uzak, Bilim Kurulu kararlarına karşın Türkiye’yi “Milliyetçilik” adına önce “A”, sonra da tepkiler üzerine “B” kategorisine alarak karantinasız olarak girişlerini sağlamıştır. Sonuç olarak, ekonominin patlaması beklenirken, Korona patladı. Korona patlayınca, can çekişen ekonomi koronaya yakalanarak yoğun bakıma alındı.

Gelinen aşamada, alt yapı yetersizliği de göz önünde bulundurulursa, yanlış popülist kararlar nedeniyle, bundan böyle salgını kontrol etmek kolay olmayacaktır. Çünkü hükümet, salgın hastalıkların ve özellikle Covid-19’un üstesinden gelebilmek için, Proaktif mücadelenin gereğini halen anlayamamıştır. Pasif mücadele yöntemiyle koronanın arkasından koşarak, bu sorunun üstesinden gelmek olası değildir. Hele cezalarla bu sorunun altından kalkmak hiç  mümkün değildir. Elbette tedbirler arasında extrem suçlara karşı Ceza uygulaması vardır. Ancak tek seçenek olarak ceza, geri kalmış toplumlarda, yöneticilerin kendi sorumluluklarını halka yüklemek için uyguladıkları konvansiyonel bir yöntemdir. Trafik kazalarını önlemek  için de hep  ayni yolu seçtiler. Yolların kalitesiz ve yetersizliklerini,  sürücü eğitimlerini hiç dikkate almadan, ceza uygulamalarıyla trafik kazalarını çözmeyi ısrarla denediler. Sonuç ortada.

Her alanda köklü değişimin olabilmesi için ülkemizde ve bölgemizdeki neoliberal rüzgarların etkisinden kurtulmamız gereği vardır. Bugün sağlık alanında  yaşadığımız bu kaotik ortamın temelinde yatan gerçekler,  yukarıda kısa  tarihçesiyle birlikte anlatmaya çalıştığım kronikleşmiş sistemsizliğin yani örgütsüzlüğün ta kendisidir. Ne yazık ki bu tablo sadece sağlık sektörü ile sınırlı değildir.

Gerek ekonomi alanı gerekse eğitim sektöründe olsun tablo ayindir. Bu tabloyu yaratan ve sürdüren, bu ortamdan yarar sağlayan popülist politikacılar ve onların ateşli destekleyicileri olan rant çevreleridir. Hemen şunu da ifade etmem gerekir. Ülkemizde oldu bittilerle yaratılan bu çirkef düzen içerisinde tek başına  sağlık sistemini ve/veya eğitim sistemini kurtarmak veya değiştirmek olası değildir. Buna karşın yine de halktan yana düzenlemeler yapılabilir ve yapılması için mücadele edilmelidir.

Sonuç olarak, bu günkü koşullarda “Korana Virüsle Mücadelede Neler Yapılmalı?”

Önce ayan beyan yetersiz olduğu kabul edilen, var olan örgüt yapısı, ele alınıp, yeniden yapılandırılmalı. Tüm ülke genelinde var olan enstrümanlarla standart mücadele ekipleri organize edilmeli. Yumurta düşüp kırıldıktan sonra merkezden gönderilen “Joker” lerle bu işin yürütülemeyceği anlaşılmıştır.

Yine ülke genelinde bir durum tespiti yapmak gerekir. Bu güne kadar ortaya konan mücadelede, yapılan çalışmalarda, hangi yanlışlar yapıldı? Sonuçları ne oldu? Doğru uygulamalar sonrası alınan neticeler nelerdir?

Her sorunda olduğu gibi, bu çok ciddi sorunun üstesinden gelebilmemiz için, bilimin öngördüğü gibi örgütlü mücadeleyi benimsememiz gereği ön koşuldur. Herşeyden önce kapasiteni bileceksin, düşmanın gücünü bileceksin, mücadele yöntemini ve taktiklerini ona göre belirleyeceksin. Bilimsellikten ayrılmadan yol haritanı belirleyeceksin. Ayağını yorgana göre uzatacaksın.

Sen ayağının ölçüsünü bilmediğin bir yana, yorganın ölçüsünü de hesaplayamadın. “Hesapsız, kitapsız” bu canavarın üstesinden geleceğini zannettin. Bu epidemiyolojik hesapları yapmak özel bir uzmanlık işidir. Sen kendini uzman zannettin, uzman olmadığını bilemedin, hata yaptın!. Bugüne kadar gelip gidenler nasıl algıladılarsa, sende Sağlık Bakanlığını, Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesinin Başhekimi olarak algılayıp, işlerini ve programını ona göre tasarladın. Galleş Covid-19 seni gafil avladı, hazırlık yapmana “yeterli fırsatı, zamanı ! ” vermedi “Bilmeyen bilmediğini bilemez” diye bir söz dizisi vardır. Bu kavramı bugüne kadar gelip giden Sağlık Bakanları içerisinde sadece Dr. Gülsen Bozkurt algıladı. Başhekimliğin görevi olmadığını, gerçek görevinin sağlık sektörünü yönetmek olduğunu, ancak bunun için elinde bir mekanizmanın, bir sistemin olması gerektiğini algılamıştı. O koltukta otururken enerjisinin çoğunu bu yönde harcadı… Kitap halinde çalışmalarını dökümente ederek arşivledi. Arşive bir baksan, görecektin, eksklikleri ,yanlışlıkları varsa düzeltebilecektin. Sen arşive de bakmadın, çünkü sen görevinin ne olduğunu bilemedin…

Zaten, G. Bozkurt’un yaptığı çalışmaların, daha sonra gelenler hiç olmazsa önemini ve gerekliliğini algılamış olsalardı, belki de sistemsizlikten kurtulmuş, uygulamada  olabilecek yanlışlarını veya eksikliklerini düzeltebileceğimiz bir “Sağlık Sistemine” kavuşmuş olacaktık.

Ancak, 90’lı yıllardan sonra “YENİ Dünya Düzeni” yaftası altında ABD’nin Dünya genelinde, TC’nin ise Ortadoğu’da başını çektiği neoliberal rüzgarların etkisiyle tüm sektörlerde olduğu gibi özellikle sağlık ve eğitim alanlarında tüm toplumsal projeler özelleştirilerek sermayeye peşkeş çekilmiştir. Anavatanda esen bu rüzgarların etkisinde, protokollerin de baskısıyla Yavru Vatanda da artık sağlık ve eğitim özelleştirme rayına oturtulmuştur… Bindik bir alamete gidiyoruk felakete !

Dr. Mustafa Hami









Başa dön tuşu