Herkes Rolünü Oynuyor

Adamızın kuzeyinde bir şikâyet edebiyatıdır gidiyor. Herkes her şeyden şikayetçi ve sadece söyleniyor.
Medyada parti, sendika, örgüt temsilcileri durum saptaması yapıp, söylenmeye devam ediyorlar.
Bu söylenme aslında bize bu rejimi dayatanların, Kıbrıs’ın kuzeyinde normal bir devlet varmış gibi ve tüm yaptıklarını örtmeye yarayan bir yorgan görevi görmektedir.
İnsanların en çok şikâyet ettiği konuların başında, hayat pahalılığı gelmektedir.
Maaş ve ücretlerin artırılmasının alım gücünü koruyamadığını, piyasanın denetimsiz olduğunu, kamu ve özel sektör arasında ciddi maaş-ücret farkları bulunduğunu, fiyat artışlarının durdurulamadığını, sendikaların açlık ve fakirlik sınırı ve hayat pahalılığının yanlış hesaplandığı ile ilgili açıklamalarını ve buna bağlı birçok açıklamayı her gün duymakta fakat gerçek sorunun kaynağını açıklamaktan tümü de kaçmaktadır.
1974 yılından beri adanın kuzeyinde Türkiye’nin egemen olduğunu, ekonominin Türk Lirası kullanımı nedeni ile kötüye gittiğini, Türkiyeli şirketlere yapılan ayrıcalıklardan dolayı verginin vatandaşın sırtına yıkıldığını söylemekten korkarlar.
Sorunu sadece piyasanın denetimsizliğinden ve tüccarın açgözlülüğünden kaynaklandığına bağlarlar. Hatta bazıları, Rumların ambargosunun bu pahalılığın sebebi olduğu söylemine bile sarılırlar.
Trafikte yaşanan sorunları ise sürücülerin hatalarına ve aşırı sürate bağlayıp, cezalarla sonucun alınabileceğini en bilgili ağızlardan duyarsınız.
Üstelik toplu taşıma diye bir uygulamanın geliştirilmesini, akaryakıt, araba satışlarından, sigortalardan ve trafik cezalarından tatlı kârlar elde edenleri ürkütmemek için ağızlarına bile açmazlar.
Oysa ülkede Türkiye’nin artırdığı, sayısını bile bilmediğimiz nüfusun ve buna bağlı yeni bir trafik kültürünün oluşmasının, alt yapı yetersizliği ile birleşince sorunun ortaya çıktığından bahsetmekten kaçarlar.
Devlet hastanelerinden yeterli hizmeti alamadıklarından, doktor/ilaç yokluğundan şikayet ederler, özel hastanelere sevk ve hizmet adı altında aktarılan milyarları, ilaç ihalelerindeki usulsüzlükleri, Türkiyeli firmaların ürünlerinin tercih edilmesini, doktor, hemşire istihdamı yapılmasını, hastanelerin hizmet kalitesinin artırılmasını, inşaatı yarım kalan hastanelerin neden bitirilmediğini konuşurlar fakat ülkeye nüfus aktarıp, bütçeye tek kuruşluk katkı yapmadığı için sağlık sistemini işlevsiz hale getiren Türkiye’ye tek laf etmezler.
Elektriğin pahalı ve yetersizliğinden şikâyet ederler.
Türkiyeli AKSA şirketine verilen ayrıcalıkların, ihalesiz ve rüşvet söylentileri ile alınan düşük kaliteli yakıtın elektrikte pahalılığı yarattığını, Avrupa Birliği’nin hibe olarak kuracağı güneş enerji santralının Türkiye ve buradaki kuklaları tarafından engellendiğini görmezden gelir, bu gerçekleri dile getirdiği için greve ve eyleme giden EL-SEN’e saldırırlar.
Bir de bunun üstüne, olmayacağını bile bile kendilerine söylenen “Türkiye’den kabloyla elektrik gelecek” yalanını alkışlarlar.
Fakat 1974’ten beri kuzey Kıbrıs’ı bir rant alanı görüp hala daha yanlış enerji projelerini protokollerle dayatan Türkiye’ye tek laf etmezler.
Öğretmen eksikliklerini, okulların fiziki durumunu, öğretmen nakil ve terfilerini, eğitime ayrılan bütçenin yetersizliğini konuşurlar.
Fakat Türkiye’de yaşanan deprem gerekçe gösterilerek, çocukların okullara doldurulan yüzlerce barakadaki kalabalık sınıflarda derse girmesini, yeni okullar yapma yerine ihtiyaç olmadığı halde cami yapılmasını, Türkiye’nin gerici eğitim dayatmalarını ve tüm bunların temel sebebi olan adamızın kuzeyine Türkiye tarafından sistematik nüfus taşınarak, vatandaşlık dağıtılmasına sesini çıkarmaz.
Eylem yapıp, bunları dillendirenin de yanında durmazlar.
Sağlıkta, eğitimde, ekonomide, trafikte, sosyal yaşamda yaşanan sorunların temelinde 1974 yılından sonra adanın kuzeyini yöneten Türkiye’nin olduğunu bilirler fakat bunu değiştirmek için mücadele etmezler.
Türkiye’nin kuklası hükümetleri suçlu göstermek için söylem ve eylem yapar, kuklacıya tek laf söylemez, kuklalarla uğraşırlar.
Toplumsal mücadele sadece sözde vardır. Düzenin medya kurumlarında bol, bol boy göstererek yaptıkları eleştiriler, aslında düzeni gizlemek ve devam ettirmek içindir.
Eylem yapar görünür, fakat düzeni rahatsız etmemek için özenli davranırlar. Kendilerine çizilen alanın dışına çıktıklarında bulundukları konumu koruyamayacağını çok iyi bilirler.
Aldıkları teşviklerle saltanat kuran, vergi konusunda kendisine iltimas geçilip, düzenden beslenen, ucuz emek sömürüsüne alışmış ve kuzey Kıbrıs’taki yasaların arkasına saklanıp rant sağlayan bir başka kesim ise düzenin yaratıcılarına yağ ve övgü düzmeyi temel varlık nedenleri olarak görmektedirler.
Kıbrıslı Rumlar ile yer içer, iş yaparlar. Bir ceplerinde Kıbrıs Cumhuriyeti, ötekinde T.C ve bir diğer ceplerinde de K.K.T.C kimlik ve pasaportu taşırlar.
Rumların ambargosundan şikâyet edip, “Rumlar bizi kesecek” diye sünnetçi korkusu verip, Türkiye’nin garantörlüğünden vazgeçilemeyeceğinden bahsederler.
“İki ayrı eşit egemen devlet” söylemini alkışlar, bunları seslendirenlerin arkasında koşar, Türkiye’ye tek laf etmez fakat bir yandan da “çözüm olacak mı? Diye sorarlar.
Sosyal kimyası bozulmuş bir toplumun birçok siyasi partisi de sendikası da örgütleri de işgal rejiminin onlara çizdiği rolü oynamaya devam ediyor.
Gerçek anlamda bir araya gelip mücadele etme yerine “tükeniyoruz” diye söyleniyorlar.