InstagramKöşe Yazarlarımız

Erdoğan’ın Büyük Türkiyesi






Jön Türkler ile başlayan, İttihat ve Terakki Partisi ile devam eden, ulus devlet modelini esas alarak zorlu bir mücadeleden sonra Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurup, Kemalist ilkelerle şekillendirdikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ve NATO’nun hizmetine girerek bağımsızlığını yitirmiştir.

Soğuk savaş döneminde, ABD ve batı Avrupa ülkelerine bağımlılığı artan Türkiye, ekonomisini de sağlıklı bir yapıya kavuşturamamıştır.

Türk ulusu” yaratma siyaseti ile Türkiye sınırları içinde yaşayan farklı etnik ve dini grupları kucaklamayıp, farklılıklara hoşgörü ile yaklaşmayan devlet anlayışı, dıştan organize edilen askeri darbelere ve teröre davetiye çıkarmıştır.

Özellikle 1970’li yıllar, sağ-sol çatışmaları ile anılsa da her şeyin önceden planlandığı, ABD ve NATO’nun “Yeşil Kuşak” doktrinine uygun sözde “ılımlı İslâm’ınTürkiye’de yükselişini getirmiştir.

1980 yılındaki ABD destekli, faşist askeri darbenin ardından gelen ve neo-liberal politikaların uygulanmaya başladığı Turgut Özal dönemini, istikrarsız koalisyon hükümetlerinin Türkiye’yi ekonomik iflasa sürüklemesi, İsrail devletine açıkça karşı çıkan “Millî GörüşçüNecmeddin Erbakan’ın partisi içinden, neoliberal İslamcı AKP ve Recep Tayyip Erdoğan’ın tek başına iktidar olmasını getirmiştir.

Tüm tarikatların uzlaşısı ile 2002 yılında hükümete gelen AKP’nin siyaset yasaklı başkanı Recep Tayyip Erdoğan, ilk dış gezisini ABD’ye yapmıştır.

Washington’da oval ofiste kendisini kabul eden George Bush ile yaptığı görüşme sonrası izlediği siyaset, dünyayı yöneten küresel güçlerin Türkiye’de iktidar olmasına yardımcı olduğunu ve onların siyasetlerini ileriye taşıdığını göstermektedir.

Ben Büyük Orta Doğu Projesi’nin eş başkanıyım”, “Emir komuta merkezim bana papaz elbisesi giy derse giyerim” söylemi ile aslında kendini ele vermektedir.

Washington’da Yahudi lobisine yaptığı ziyarette “İsrail’in yaşam hakkının tehdit edilmesine Türkiye razı olmaz” diyerek tarafını belli etmiştir.

Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik ayni konuşmasında “toprak verebiliriz” söylemine bağlı olarak, ABD- İngiliz ortak yapımı olan Annan Çözüm Planı’nın arkasında durarak, Irak işgali için Türkiye topraklarının kullanılmasını tezkere ile reddeden, Türkiye’deki Kemalist -militarist derin devlet yapılanmasına karşı bunu kullanması, onun küresel güçlerin emrinde olduğunu göstermektedir.

Irak savaşında tezkereye rağmen, ABD askerlerine Türkiye topraklarında kolaylıklar sağlaması, cumhuriyet tarihi boyunca, devletin sahip olduğu halka ait fabrikaları, maden ocaklarını, yolları, köprüleri, elektrik santrallerini, barajları, ormanları, iletişim kurumlarını, bankaları kısacası tüm kamu mallarını özelleştirme adı altında yabancı sermayeye peşkeş çekmesi, İngiliz-Amerikan sermaye gruplarının yerleştiği körfez ülkeleri ile yakın ticari ilişkiler içine girmesi, sınırları açıp, özellikle Müslüman ülkelerden milyonlarca insanı Türkiye’ye alması, Suriye ve Libya’yı karıştırmak için küresel güçlerin finansmanı ile radikal İslamcı terör gruplarına ev sahipliği yapıp, eğitim ve lojistik destek vermesi, kur korumalı mevduat örneğinde olduğu gibi yabancı sermayenin Türkiye’yi sömürmesine olanak tanıması, 670 milyar dolarlık dış borç oluşturarak Türkiye’nin ekonomik iflasını sağlaması, “tek adam” rejimine geçilerek yasama, yürütme ve yargı yetkisini kendi elinde toplaması, “itibardan tasarruf olmaz” diyerek, padişahları aratmayacak bir saltanat düzeni oluşturması kendisine verilen rolün gereğidir.

Şimdi sırada anayasa değişikliği ile Türkiye’yi küresel güçlere tamamen açmak vardır. Anayasa değişikliği ile kendisinin ve ailesinin yargılanmasının önüne geçmek, Türkiye’nin Araplaşması nedeniyle, Osmanlı’daki “ümmet” kavramı gibi “Türkiyeli” kavramını yerleştirme, kendinin hayat boyu Türkiye’nin başında kalması ve eyalet sistemine geçme hedeflenmektedir.

Recep Tayyip Erdoğan Mustafa Kemal’in kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Küresel güçlerin ekonomik ve siyasi hizmetinde olan bir devlete dönüştürmeye yönelik çalışmaktadır.

Bu siyaset, İngiliz istihbaratının 1928’de Mısır’da kurdukları “Müslüman Kardeşler Örgütü’nün” hedefleri ile örtüşmektedir.

Türkiye’deki AKP güdümlü medya, tarikatlar, siyasiler ve eğitim sistemi bu yaşanan değişimi “Türkiye yüzyılı” diye topluma yutturmaya çalışmaktadır.

Türkiye’de medya ve iletişim araçlarının büyük bölümünün kontrolunun iktidarın elinde olduğunu düşündüğümüzde, dini hurafelerle yoğrulmuş, fakirleştirilerek ve cahil bırakılarak, güce biat etmeye alıştırılmış kitleleri kandırarak siyaseten sömürmek çok kolaydır.

Devlette kadrolaşmış, polisi, askeri ideolojik olarak ele geçirmiş, medyayı ve siyasi muhaliflerini susturmak için yargıyı bir topuz olarak kullanan, çıkarları uğruna dini ve etnik köken ayrımcılığını hiç çekinmeden yapan ve gücünü küresel güçlere hizmetten alan birini seçimle ve demokratik mücadele ile iktidardan götürmek gerçekten imkansızdır.

Özellikle Türkiye’de son yaşanan siyasi gelişmeler, bize bu gerçekleri bir kez daha hatırlatmıştır. Yaşanan bunca toplumsal olay karşısında dış dünyanın tepkisizliği, sürecin dıştan yönetildiğini göstermektedir.

Recep Tayyip Erdoğan kendisine verilen ödevleri başarıyla yerine getirmekle birlikte, her diktatör gibi güç zehirlenmesi yaşamaktadır.

Bu da hata yaparak, kendinden sonra gelecek olan küresel güçlere hizmet edecek olan liderin doğmasını sağlayacaktır.













Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu