InstagramKöşe Yazarlarımız

AB’nin Kıbrıs Adımları Nasıl Okumalı?






Avrupa Birliği‘nin güvenlik ve etki alanında derinleşme hedefi son dönemde yeniden ivme kazanırken, bu stratejik yönelim Türkiye-Kıbrıs ekseninde yeni siyasi manevraları da beraberinde getiriyor.

Rusya-Ukrayna savaşının ardından ABD ile gerilen ilişkiler ve yükselen Çin tehdidi, AB’yi enerji, göç ve güvenlik alanlarında Türkiye ile ilişkilerini normalleştirme ihtiyacına yöneltiyor.

Bu çerçevede, uzun süredir farklı düzlemlerde gündemde kalan Kıbrıs meselesi, bu kez limanlar başlığı üzerinden yeniden Avrupa gündeminin ön sıralarına taşınıyor.

Tüm bu gelişmelere normalleşme ekseninden bakıldığında, Avrupa Birliği’nin Türkiye ile ilişkilerde daha işlevsel bir çizgiye yönelme çabası dikkat çekiyor.

Bu, sadece jeopolitik kaygıların değil, aynı zamanda ekonomik ve kurumsal pragmatizmin de sonucu. AB’nin enerji arz güvenliğinde Rusya’ya bağımlılığı azaltma stratejisi, Türkiye’yi doğal bir enerji transit ülkesi haline getiriyor.

Benzer şekilde, göç krizlerinde Türkiye’nin tampon bölge işlevi, ilişkilerin sürdürülebilirliğini AB açısından daha değerli kılıyor.

AB ile Türkiye arasında Gümrük Birliği’ne dair teşvikler ve karşılıklı tavizler, taraflar arasında normalleşme arayışının erken örneklerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Ancak bu süreç, yapısal uyumsuzluklar ve siyasi gerilimlerle şekillenmeye devam etti. Örneğin Türkiye, 1987 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklı gemilere limanlarını kapattı ve bu uygulamayı Gümrük Birliği’ne rağmen sürdürdü.

Aradan geçen sürede artan küresel gerilimler ve Avrupa’nın güvenlik eksenli yönelimi, AB’yi daha kriter odaklı ve sıkı bir dış politika çizgisine yöneltti.

Gelinen noktada ise Türkiye’nin yalnızca teknik uyumsuzlukları değil, özellikle Kıbrıs meselesindeki uluslararası hukuka aykırı pozisyonu, AB ile ilişkilerini yapısal olarak zayıflatıyor; müzakere sürecini neredeyse donma noktasına getiriyor.

Donma noktasına geldiğine bir örnek olarak, 2005’te başlayan Türkiye-AB tam üyelik müzakereleri kapsamında, Türkiye’nin Gümrük Birliği yükümlülüklerini tüm AB üyesi ülkelere genişletmesi gerekiyordu.

Bu çerçevede, Ankara Anlaşması’na ek olarak 2005’te imzalanan Ankara Protokolü, Türkiye’nin yeni AB üyeleri olan 10 ülkeyi –bunlar arasında Kıbrıs Cumhuriyeti de vardır– tanımasını ve bu ülkelere yönelik Gümrük Birliği hükümlerini uygulamasını zorunlu kılıyordu.

Dolayısıyla Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti bayraklı gemi ve uçaklara liman ve hava sahasını açmakla yükümlüydü.

Ancak Türkiye, protokolü imzalamasına rağmen Kıbrıs Cumhuriyeti’ni diplomatik olarak tanımadığı için bu yükümlülüğü yerine getirmedi.

Bu durum, 2006’da 8 müzakere başlığının askıya alınmasına ve AB-Türkiye ilişkilerinde derin bir tıkanmaya yol açtı.

O tarihten bu yana Türkiye, farklı diplomatik formüller öne sürdü: “Bir liman açma”, “KKTC’ye izolasyonların kaldırılması karşılığında tüm limanları açma” gibi öneriler, Kıbrıs Cumhuriyeti tarafından yetersiz bulunarak reddedildi. Kıbrıs Cumhuriyeti, Kıbrıs’daki ayrılıkçı politikayı herhangi bir şekilde meşrulaştırılmasına kesinlikle karşı çıktı.

2025 itibarıyla Kıbrıs Cumhurbaşkanı Nikos Hristodulidis’in öncülüğünde sunulan öneri, Türk limanlarının açılması karşılığında Türk iş insanlarına AB vizelerinde kolaylık sağlanmasını öngörüyor.

Bu teklifin amacı, AB’yi Kıbrıs sorununa daha etkin bir şekilde dahil etmek ve Türkiye’yi hukuki yükümlülüklerini yerine getirmeye zorlamaktır.

Ancak, bu adımların atılabilmesi için her iki tarafın da ne ölçüde esneklik göstereceği ve hangi koşullar altında ilerleyecekleri, önümüzdeki dönemdeki dış politika seyrini belirleyecek kritik faktörlerden biri olacaktır.

Türkiye, farklı düzlemlerde yeniden gündeme gelen Kıbrıs meselesine, limanlarını açma konusunda veya Türk Devletleri Teşkilatı’nın Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımasına vereceği tepkilerden bağımsız olarak, sorunun çözümüne dair yeni tartışmalar şekillenirken, en zayıf halkası olarak kamuoyu yönetimi öne çıkıyor.

Kıbrıs meselesi, yıllar boyunca iç politikada uluslararası hukuka aykırı biçimde, milliyetçi söylemlerle beslenen bir “milli dava” kimliğiyle inşa edildi.

Ancak bu söylem, Türkiye’nin dış politikada esneklik alanlarını daraltmakla kalmıyor, aynı zamanda Türkiye-AB ilişkilerinde atılacak yapıcı adımların, iç kamuoyunda ciddi siyasi krizlere yol açma riskini de beraberinde getiriyor.

Buna bir örnek olarak, 8 Eylül 2006 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Bakanlar Kurulu kararı gösterilebilir.

Bu kararla, Türkiye ile Avrupa Topluluğu arasında kurulan Gümrük Birliği’nin uygulanmasına ilişkin esasları düzenleyen kararnamede, Avrupa Birliği üyeleri arasında “Kıbrıs Rum Yönetimi” yerine yalnızca “Kıbrıs” ifadesine yer verilmesi, dolaylı tanıma iması yarattı ve iç kamuoyunda sert tepkilere neden oldu.

Teknik bir düzenleme gibi görünen bu ifade, esasen diplomatik bir kaosa dönüştü.

Bu son gelişmeler, AB-Türkiye-Kıbrıs üçgeninde kritik bir dönüm noktasına işaret ediyor. Türkiye, bu gelişmeleri bir normalleşme adımı olarak mı, yoksa AB’nin bölgedeki etkisini güçlendirme çabası olarak mı değerlendirecek?

Bu sorunun cevabı, önümüzdeki dönemde Türkiye’nin dış politika stratejisinin belirleyici unsurlarından biri olacak.

Eğer Türkiye, AB’nin bu hamlesini normalleşme süreci adına bir fırsat olarak görürse, ilişkilerde pozitif bir ivme yakalanabilir.

Afiyetle kalın.











Başa dön tuşu