InstagramKıbrısKöşe YazarlarımızManşet

“İstifa” çoğu zaman direkt suçlu olunduğu için değil, toplumsal adalet duygusu için yapılır




Ülkede özellikle siyasette ama genelde hiçbir alanda denetim/istifa/yaptırım mekanizması çalışmıyor, çalıştırılmıyor.

Yine özellikle siyasilerinin adlarının karıştığı, gerek kamu kurum ve kuruluşlarındaki yolsuzluk ve usulsüzlük iddiaları gerekse yandaş, adaletsiz, usulsüz istihdamlar ve dahası…

Toplumdaki adalet duygusu her geçen gün azalırken, yurttaş başına gelen ya da şahit olduğu herhangi bir olayla ilgili artık nereye başvurursa başvursun hakkını alamayacağını, adaletin sağlanamayacağını hissediyor.

Bunun getirileri ise her şeye tepkisiz kalan, mücadele ruhu elinden alınmış bir toplum ve bu yolsuzluk ve usulsüzlükleri yapanların cesaret kazanması oluyor.

İşte tam bu noktada “istifa” dediğimiz seçenek, toplumdaki adalet duygusunun yeniden tesisi için büyük önem taşıyor.

İstifası talep edilen ya da istifa etmesi durumunda topluma bu kazanımı verecek olan kişiler ise istifanın hep bir “direkt suç” işlemek, direkt bir yolsuzluğa bulaşmak, direkt ve bilinçli bir kötülük yapmak, ayrıcalık elde etmekle olacağını ve istifa ederse “Ben suçluyum” demiş olacağını zannediyor.

Halbuki istifa çoğu zaman, kişilerin direkt paylarının olmadığı ama kendi sorumluluklarındaki bir alanda meydana gelen olay karşısındaki duruşlarını göstermekle alakalıdır.

***

Her ülkede olduğu gibi bizim ülkemizde de siyasilerin ya da güçlü makamlarda bulunan kişilerin yakınlarının, kamu kadrolarına istihdam edilmesi soru işaretleri doğuran, tepki çeken ve “torpil” olarak adlandırılan bir durumdur.

Biz gazetecilere düşen görev ise sırf bir siyasinin ya da makam sahibinin oğlu, kızı, eşi ya da akrabasıdır diye “liyakatsiz, haksız, adaletsiz ve torpille” istihdam edildiği peşin hükmünü vermek yerine kişinin tüm bu akrabalık ilişkilerinden bağımsız olarak istihdam edildiği yere nasıl istihdam edildiğini araştırmaktır.

***

Bu kişi gerçekten işinin ehli, o işin uzmanı, o işle ilgili yeterliliğe sahip, iyi ahlaklı, iyi eğitimli olabilir ve diğer kişilerle eşit derecede mücadele ettiği bir sınav sonucu hakkıyla o işe girmiş de olabilir.

Yani hasbel kader bir Bakan’ın, Başbakan’ın ya da yüksek mevkide bulunan birinin oğlu, kızı ya da yeğeni olmak bir suç ya da torpil değildir.

***

Elbette toplum nezdinde çok da karşılık bulmayacak bu ayrım; insan hakları ve adalet açısından çok ince bir çizgidir ve bu kişi yukarıda saydığım özelliklere sahip olan bir kişi de olsa Bakan, Başbakan ya da Milletvekili çocuğu olduğunda, toplum algısında bu istihdam asla masum bir yere oturmayacaktır.

Burada da siyasilerin siyaset içindeki dezavantajları ortaya çıkar; eğer önemli bir konumdaysanız belki de siz ve aileniz bazı şeylere katlanmak ve toplumdaki adalet duygusunu sarsmamak adına bir şeylerden feragat etmek zorundasınızdır.

***

Bu gerçekler ışığında gelelim Kıbrıs Türk elektrik Kurumu’nda örgütlü olan ve geniş üye sayısıyla, bu zamana kadar yaptıkları eylemlerle ülke gündemini belirlemiş olan sendika El-sen’e…

Özellikle bizler gibi “muhalif” olarak adlandırılan gazetecilerin mücadelede yan yana durmaya çalıştığı, doğru adımlar atıldığı müddetçe medyada seslerinin büyümesine ortam hazırladığı örgütlerdir sendikalar.

Ben de onlardan biriyim.

Özellikle işçi/emekçi hakları konusunda genelde de tüm özgürlükler ve toplum adına mücadele eden sendikaları her zaman desteklemiş, seslerinin daha da gür çıkması için elimden geleni yapmışımdır.

Çünkü malumunuz; bizler taraflı gazetecileriz, halkın tarafındayız ve bu uğurda mücadele edenlere de otomatik olarak taraf durumdayız.

Benim için El-sen de bu sendikalardan biri. İyi ilişkilerimin olduğu, geçmiş mücadelelerini de takdir ettiğim bir sendika.

Mücadele doğru zeminde, doğru verilerle ve doğru taleplerle yapıldığı sürece sendikaların önemi tartışmaya açılmayacak kadar büyük.

***

Kıb-tek için geçtiğimiz haftalarda yapılan ve şaibelerle dolu bir münhal vardı malumunuz.

Çoğunluğunu, bu ülkede kalmaya bir sebep arayan gençlerin oluşturduğu 500’den fazla kişinin katıldığı bu sınavda, cevaplar alışık olduğumuz gibi optik okuyucuya işaretlenmedi.

Sınav optik okuyucu yerine, üzerinde katılımcının adının da bilgisayarda yazıldığı, bilgisayar çıktığı olan soru kağıtlarının dağıtıldığı, katılımcıların ıslak imza atmadığı ve soruların altında yer alan şıkların da kurşun kalemle işaretlendiği bir “garip” sistemle yapıldı.

Yani çok basit şekilde, sınavdan sonra istenilen kişinin sınav kağıdı olarak yeni bir çıktı alınabilir, yeni şıklar işaretlenebilirdi. Zaten ıslak imza yoktu ve el yazısıyla isim de yazılmamıştı.

Sadece bu bile, sınavın yapılmaması ya da iptal edilmesi için gerekli şaibeyi doğururken, sınava girip kazanamayan gençlerin de “haklarının yendiği” iddiaları baş görsterdi.

El-sen’in ilk hatası; Kendisinin de gözlemci olarak bulunduğu sınavdaki bu uygulamaya karşı çıkmak ve sınavı yaptırmamaktı, yapmadı.

***

El-sen bununla ilgili gün boyunca hiçbir açıklama da yapmamıştı. Genel Sekreter Ahmet Tuğcu‘yu aradım, “Yüzlerce kişinin hakkı yenmiş olabilir, neden açıklama yapmıyorsunuz? Bu işin peşine düşmeyecek misiniz?” diye sordum.

(Gerek Ahmet Tuğcu gerekse Başkan Çağlayan Cesurer ile yaptığım tüm yazışmalar duruyor. Ayrıyeten telefon görüşmeleri de yaptım, sanırım bunları da inkâr etmeyeceklerdir)

Sendika bu konuda herhangi bir itiraz sesi yükselmezken, bu sırada bir de sınava girenler dışında 63 kişi de arka kapıdan sınavsız/münhalsiz işe alınmıştı.

***

Israrlı mesaj ve aramalarım sonucu sendikadan bir açıklama yapıldı. Hatta bu açıklamayı geç saat olduğu ve sendikanın basıncısına da ulaşılamadığı için sendikanın söyledikleri ışığında bizzat ben kaleme alıp haberleştirdim ve basına gönderilmek üzere Tuğcu’ya gönderdim.

Açıklamada sendika, 63 kişilik sınavsız/münhalsiz istihdamı yargıya taşıyacaklarını söylemiş, haksızlığa uğradığını düşünenlerin de kendilerine başvurmaları halinde yargı sürecine destek vereceklerini duyurmuştu.

Ancak o açıklama son oldu, ardından büyük bir sessizlik başladı, günler geçti, dava açılmadı ama şaibe iddiaları ayyuka çıktı.

***

Gazetemiz bu sırada, 63 kişilik sınavsız/münhalsiz istihdamı yapılanlardan birinin de Polis Genel Müdürü‘nün (PGM) oğlu olduğunu ortaya çıkardı, manşete taşıdı ve toplumun güven duygusu iyice dibe vurdu!

Ahmet Tuğcu‘yu defalarca aradım, mesajlar attım, yazıştık. Açık açık sordum; “Davayı hala açmama sebebiniz PGM Müdürü’nden çekiniyor olmanız mı?” dedim.

Hayır” cevabını aldım. Davanın açılmama sebebini de bu 63 kişinin henüz resmi olarak işe başlamamasını gösterdi Tuğcu ancak bu kişiler çoktan kurumdaki odalarına yerleşmiş, sahaya bile çıkmıştı.

Bu yeterli bir sebep değil miydi?

El-sen’in ikinci hatası; Sendika davayı günlerdir neden açmadıklarını/açamadıklarını topluma açıklaması gerekirken, açıklamadı.

***

Ben arka planda bu görüşmeleri sürdürürken, sendikanın atama Başbakan Ünal Üstel‘le bir görüşme yaptığı ortaya çıktı.

Elbette dedikodular da baş göstermişti; “Başbakan dava açılmaması karşılığında, sendikanın istediği kişileri de sınavsız/münhalsiz istihdam etmeyi vaat etmiş, sendika da bunu kabul etmişti

Tekrar aradım Tuğcu‘yu, bu iddiaları sordum. Görüşmeyi kabul etti ancak bu iddiaları reddetti. Herhangi bir anlaşma yoktu. Davayı açacaklardı. Eğer açmazlarsa o zaman ne istenirse söylensindi.

El-sen’in üçüncü hatası; Bir gün daha geçti, dava açılmadı ve tüm ısrarlarıma rağmen Başbakan’la yapılan görüşme de topluma anlatılmadı.

***

9 Eylül Cumartesi günü saat 12.39’da Çağlayan Cesurer‘i aradım, ulaşamadım. Saat 13.18’de ise bana geri dönüş yaptı ve tam 16 dakikalık bir görüşmemiz oldu.

Bu görüşmede, bugün “Oğlumun mülakata çağırılması bana yapılan bir komplodur” diyen Cesurer bana oğlunun da sınava girdiğini ancak başarısız olduğunu anlattı.

Ben Cesurer’in oğlunun da sınava girdiğini bu görüşmede kendisinden öğrendim. Daha önce bilmiyordum.

Oğlu mühendis değil ancak Cesurer oğlunun elektrik konusunda çeşitli eğitimler almış biri olduğunu söyledi ve her yurttaş gibi hakkı olan sınava girdiğini ve “başarısız olduğu için” işe alınmadığını üstüne basa basa vurguladı.

Bu durum, sendikanın Başbakan’la asla ve asla bir pazarlığa oturmayacağının açık kanıtıydı Cesurer’e göre. Yani oğlu için bile torpil yapmamıştı, başkaları için mi yapacaktı.

***

Buraya kadar her şey normaldi ancak Cesurer sonrasında belki de pişmanlık duyduğu şu cümleleri söyledi.

Kurumda 750 personele ihtiyacımız var. Şu an bu sayı 400-450 civarı. Yani yapılan sınav ve alınanlar da yeterli değil. Bu yüzden sınavsız/münhalsiz alınan 63 kişiye de aslında ihtiyacımız tam var. Çünkü bir çoğu gerekliydi. Biz yönetimle ve Başbakan’la bu konuda konuştuk ve sınavda kazanamayanlardan da alınması gerektiğini düşünüyoruz. Yani diyelim 30 kişilik bir alanda en yüksek puanı alan ilk 6 kişi alındı. O 6. kişiden başlayarak geriye doğru giderek, örneğin sınavda 7. ve 8. olan kişileri de alarak bir 16 kişi daha alınacak. Bunların arasında benim oğlum da olabilir

***

Yani Cesurer’in oğlu, sınava girmiş olsa da aslında sınavı kaybeden bir aday olarak istihdam edilecekti ve Cesurer bunu geçen hafta da biliyordu.

Elbette Cesurer’in oğlunun 7. sırada mı yoksa 17. sırada mı olduğunu da bilemiyorum.

Ancak bu durum gerçekleşmeden bir haber yapmayı yukarıda saydığım sebeplerden ötürü o gün uygun bulmadım. Ama durumu takibe aldım.

Cesurer’in oğlunun istidam edilmesi durumunda sendikanın samimiyeti de bana göre ortaya çıkacaktı.

Düne kadar bunu doğrulatamadım. Ancak “BugünKıbrıs” gazetesinden sevgili Ayşemden Akın ve Emine Yüksel bu bilgiye ulaşmış ve bu 16 kişinin alındığı ve Cesurer’in oğlunun da istihdamların içinde olduğunu tespit etmişti.

Haber dün kamuoyuna yansıyınca da Cesurer, “Bana komplo kuruldu, haberim yoktu” dedi.

İşte bu noktada “Pes!” dedim.

***

Bu açıklama samimi değildi. Cesurer’in elbette bu durumdan haberi vardı ve bu durum aynı zamanda Başbakan’la görüşmenin içeriğinin neden toplumdan gizlendiğini ve davanın da topluma duyurulmasına rağmen neden açılmadığını ortaya koyuyordu.

Peki şimdi ne yapılmalı?

Elbette bu olayın, ekonomisi dibe çöktürülen, yandaş olmazsan işe girmenin zorlaştırıldığı, ganimet düzeninin kurulduğu ve herkesin bu düzenin bir parçası olmaya zorlandığı bir ortamda gerçekleşmesi; toplumu bu duruma getirenlerin ve her alanı her gün yozlaştıranların etkisiyle yaşandığına dikkat çekmek gerek.

Yani bu basit bir topril olayı değil, gerisi var, temeli var, bilinçli bir mühendislik çalışması var, e serde de biraz alışkanlıklar da var tabi.

***

Ülkede uzun zamandır hiçbir denetim ve yaptırım mekanizmasının çalıştırılmadığı, toplumun adalet ve hakkaniyet duygusunun yerlerde süründüğü bir dönemde, bu topluma yapılacak en büyük iyiliklerden biri “istifa etmek” erdemini gösterebilmektir.

Toplum biraz olsun, yapanın yanına kâr kalmadığını görmeli, biraz da utanç duygusunun kaldığını hissedebilmelidir.

Ve evet, bunu sadece “istifa” ederek yapabilirsiniz.

Gelişmiş demokrasiye sahip ülkelerinde Bakanlar, vekiller, kurum müdürüleri, kendilerinden habersiz şekilde herhangi bir alanda bedelsiz bir ikram kabul eden, otobüs bileti ya da otopark ücretini vermeyen kızları/oğulları nedeniyle bile istifa edebiliyor.

Bu, o kişilerin suç işlediğini değil, sorumluluk aldığını ve toplumda “bu torpilli, kamu kaynaklarını kullanıyor” algısını yaratmak istemediklerini gösteriyor.

Bizde ise sendika Başkanından kurum müdürüne, Bakan’ından vekiline hiçkimse ama hiç kimse istifa etmiyor/edemiyor.

Böyle bir kültür bir türlü bu topluma oturmuyor. Tarihte bile sanırım bir iki örneği falan var.

***

Üzgünüm Sayın Cesurer; sendikanın adeta irtifa kaybeden bir uçak gibi yere çakılmaması için istifa etmek durumunda ve zorundasınız.

Önce El-sen sonra da toplum için bunu yapmak mecburiyetiniz var. Başka yolu da yok.

Zira bir sendikanın görevi Başbakan’la, karşısında hak savunuculuğu yaptığı yönetimlerle gizli görüşmeler yapmak değil, her bir söyleneni halka ve temsil ettiği emekçilere açıklamak ve şeffaf şekilde mücadeleyi yürütmektir.

Her şey bir yana; göreve geldiğiniz günden bu yana bunu başaramadınız.

***

Siz aslında ne zaman kaybettiniz biliyor musunuz;

En büyük eyleminiz olan, büyük emek ve çabalarla yürütülen Kamu İhale Yasası değişikliğine karşı başlatılan o mücadeleyi, bırakıp evlere dağıldığınız gün kaybettiniz.

Uzun zaman sonra tamamı olmasa da toplumun büyük bölümünü şarj edebilen, umut vermeye başlayan o mücadeleyi yarıda bıraktığınız gün, aslında çoktan kaybetmiştiniz.









Başa dön tuşu