Türkiye’de Durum…
Toplumların içine sıkıştığı zihinsel kuşatmaları yaracak ‘zihinsel huruçları’ toplumun entelektüelleri üstlenir. Belki böyle bir tartışmayla toplumda ‘zihinsel bir huruç’ yaratacak entelektüel hareketliliği sağlayacak yeni görüşler uç verir.
Genç teğmenler, kılıçlarını şakırdatarak “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağırıyorlar… “Laikliği” ve “demokrasiyi” savunacağız diye yemin ediyorlar. Laiklik taraftarlarında “ruh yeniden canlandı” sevinci yaşanıyor.
Dinci iktidarın taraftarları ise delirmiş gibiler, bu teğmenlerin savaşta ölmeleri halinde “şehit” değil “leş” olacaklarını söyleyecek kadar kendilerini kaybetmişler.
Devlet gücünü tümüyle arkalarına almış olduklarına inanmalarının getirdiği o güven ve cüret birden çökmüşe benziyor. Teğmenlerin tutuklanmasını isteyenleri de var aralarında.
Yıl 2024…
xxxxxx
Bu ülke niye böyle bir çaresizlik içinde? Niye bir taraf 1923’leri diğer taraf daha da geçmişi özlüyor?
Niye geleceğe değil de hep geçmişe uzanmaya, bizi bir araya getireceğine inandığımız sembolleri geçmişte aramaya meyilliyiz? Niye bu ülkeyi birlikte tutacak bir “gelecek umudu” yok?
Niye bu ülke bir türlü gelecekle bağ kuramıyor?
xxxxxxx
Sanırım bu soruların cevabı, içine düştüğümüz bir “zaman tuzağından” çıkacak zihinsel gücün bu toplumda bulunmaması.
Eğitimin, cumhuriyetin başından bu yana hep bir “propaganda aracı” olarak görülmesi, propaganda aracı olarak kullanılması bir türlü zihinsel iğdişleşme yarattı.
Eğitimi “propaganda” aracı olarak kullandığınızda toplumu çökertiyorsunuz.
Birbirine düşman iki görüş sürekli çatışıyor.
xxxxxxx
Bizim bir “zaman tuzağının” içine hapsolmamızın, oradan çıkamamamızın ekonomik, siyasi ve entellektüel nedenleri var.
İzninizle yıllar önce bu konuda yazdığım “Liberal ve Marksist Gelenek Olmayınca” başlıklı yazımı bir daha yayınlayacağım.
O yazıda, içinde bulunduğumuz çıkmazın nedenlerini dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım.
O yazı, bugün yaşadıklarımızın da bir açıklamasını içinde barındırıyor sanırım.
xxxxxxx
Yirminci Yüzyılı şekillendiren çok temel ve köklü düşünce akımları var. Bu akımları günümüz siyaseti ile bağlantılı olarak iki kampta toplarsak, birine liberalizm, diğerine de Marksizm diyebiliriz.
Çünkü dünya siyasetinin esas kaynağını bu iki akım oluşturuyor.
Sanayi Devrimi’nin sona erip, sanayi-sonrası dönemin başlamasıyla birlikte liberalizm yeniden öne çıkıyor. Belirleyici oluyor.
Marksist kökenli hareketler de sanayi-sonrası toplum anlayışının içerisindeki yerlerini arıyorlar.
Liberalizm, bireyin özgürlüğünü, devlet karşısında bireyin korumasını amaçlayan bir düşünce biçimi.
Odağı birey. Her şey birey ve onun özgürlüğü için var.
Marksizm de evrenin değişimi araştıran, toplumsal dinamiklerin kaynaklarını irdeleyen bir felsefe. Değişim bilimi.
Olayların gelişimini, ‘üretim ve mülkiyet ilişkileri’ ile açıklar. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinin bütününe ‘üretim tarzı’ denir.
Üretim ilişkileri, insanların kullandığı araçlarla belirlenir. Bir anlamda bunun göstergesi teknolojidir. Feodal dönemde çapa en ileri alet iken, bugün uzay teknolojisi önem kazanmıştır.
Mülkiyet ilişkileri de yapılan üretimin ortaya çıkardığı sınıflaşmanın adıdır. Feodal dönemde derebeyi ve serf vardı.
Bugün ise robotların devreye girmesi ile bireyin gittikçe özgürleştiği bir dönemdeyiz.
xxxxxxx
Biz Osmanlı’dan beri, üretim ve mülkiyet ilişkilerimizde, daha genel bir kavram ile söylersek, ‘üretim tarzımızda’ önemli bir değişiklik yapmadık.
Osmanlı’nın iktisadi düzenini saray ve özgür köylü ikilisi oluşturuyordu.
Özgür köylü üretiyor, saray da buna el koyuyordu. Bu sistemin bozulmaması için özgür köylünün ‘küçük üretici’ olarak kalması bir zorunluluktu.
Asla sermaye birikimi olmayacaktı. Osmanlı toprak düzeni küçük üreticiliğin olduğu gibi kalmasına gayret etti.
Statüko hiç bir şekilde, bir başka düzeye taşınamadı. Hep aynı kaldı.
xxxxxxx
Üretim ilişkilerinin toprak ile insan arasında süregeldiği bir toplumun, sanayi ve bilgi çağını yakalaması imkansızdı.
Özgür köylü ‘vatandaş’ olamadı.
Saray, Cumhuriyet dönemiyle birlikte ruhunu daha kalabalık padişahlardan oluşan bir devlet örgütüne devretti. Bu kireçlenmiş gelenek bizde liberalizmi de Marksizm’i de yeşertmedi.
Köylü, birey ve vatandaş olamadı. Devlet karşısında kendi özgürlüğünü arayan ve bunu sürekli olarak genişleten çağdaş bir kimliğe bürünemedi. Bireyin iktisadi ve siyasal özgürlüğünün üzerine, saray yönetiminin çağdaş yorumu olan devletçilik abandı.
xxxxxxx
Sınıflar da kapitalist bir mülkiyet ilişkisine göre şekillenemedi. Ne kapitalist bir sınıf oluştu ne de emekçiler gelişti.
Devlet bürokrat kapitalistlerin, geri kalanlar da tebaanın yerini aldı.
Çelişki, devlet ile halk arasında oluştu. Çünkü üretim tarzının tek belirleyicisi, saray geleneklerini devralan devletti.
Bu nedenle liberalizm gibi Marksist düşünce de bu düşüncelere dayalı analizlerle ve çözümler de bize uzak kaldı.
Saray yıkılıp, küllerinden Cumhuriyet doğarken, tek değişim bürokrasinin parçalanmasında yaşandı.
Osmanlı’da ‘yeniçeri’ ile ‘ulema’ birlikte hareket ederdi.
Bu birlik ilk kez 1826’da bozuldu. Din adamlarından oluşan ‘ulema,’ yeniçeri ocağının feshedilmesi için fetva verdi.
Çünkü Batı kendine bağlı ‘laik bir ordu’ kurmak istiyordu. Bu başarıldı.
xxxxxxx
“1923, 1826’daki bu çatlağı iyice derinleştirdi. Yeniçerinin yerine kurulan ‘modern ordu’ ile ‘ulema’ arasındaki savaş iyice büyüdü.
Modernist ordu, hilafet kurumunu da kaldırdı.
Hilafet kurumunun kaldırılması, Müslüman dünyanın liderliği vasfını yok ettiği gibi, içerdeki Osmanlı’dan kalma İslam geleneğini de abartılı ve demokratik olmayan bir laiklik anlayışıyla bastırdı.
Topluma mal olmadan, prematüre doğmuş bir askeri laikliğin bekçiliği ise 1826’daki gibi orduya havale edildi.
Ulema camiye, yeniçeri mirasçıları kışlaya yaslandı”
xxxxxxx
Cumhuriyet’teki tek yeni farklılaşım bu iki kesim arasındaki çatışmanın keskinleşmesi oldu. Modernist kışla, camiye yaslanan ulemaya karşı, silahlı bir güç olmanın da avantajı ile üstünlük kazandı.
Türk düşünce hayatının paradigmasını bu ikilem oluşturdu. Aydınlar cami ile kışla arasındaki tercihlere göre düşünce ufkunu belirlediler.
Cami, muhafazakâr gericilerin kalesi, kışla Batılı laik ilericilerin odağı sayıldı. Bu kısırlık aşılmadı.
Bugün de liberal ve Marksist paradigma, Türk düşünce hayatını beslemiyor.
O nedenle, ortalıkta zavallı bir seviyesizlik var.
xxxxxxx
Yıllar önce yazılmış bir yazının günümüze bu kadar uyması, yazarın öngörüsünden ziyade toplumun bir türlü değişemeyen korkunç sıkışıklığını gösteriyor.
Aslında dünyanın da içine girdiği garip bir dönemde “liberal Marksist” diyebileceğimiz, bireyi ve ezilenleri korumayı aynı ölçüde önemseyen bir anlayışa ihtiyacımız var.
Toplumların içine sıkıştığı zihinsel kuşatmaları yaracak “zihinsel huruçları” toplumun entelektüelleri üstlenir.
Belki böyle bir tartışmayla toplumda “zihinsel bir huruç” yaratacak entelektüel hareketliliği sağlayacak yeni görüşler uç verir.