InstagramKöşe Yazarlarımız

Garantörlerin Crans Montana’ya Etkisi ve Anastasiadis’in Tavrı






14 Aralık’ta Kıbrıs adına Avrupa Parlamentosu’nda Fidias, barış müzakerelerine dair bir panel düzenledi.

Katılımcılar; barış müzakerecileri Özdil Nami, Andreas Mavroyannis, AB Parlamenteri Fidias Panayiotou ve içerik üreticisi İbrahim Beycanlı, Crans Montana dönemine ağırlıklı olarak dikkat çekti.

Bu yazımda, panel boyunca ilgimi çeken ve Crans Montana sürecinde gözden kaçırıldığını düşündüğüm çok temel bir müzakere yaklaşımını sizinle paylaşmak istiyorum.

Bunun içinse, önce kısaca Mavroyannis tarafından da dile getirilen Kıbrıs sorunu çözüm müzakerelerinin kısa tarihini özetlemek doğru bir adım olabilir.

1974 sonrası bir anlaşmaya yönelik müzakereler, tabii, kolay olmadı ve yavaş yavaş ilerledi.

En önemli atılım, 1977 yılında Makarios ve Denktaşın dört maddelik bir çerçeve üzerinde anlaşmasıyla gerçekleşti ve bu, iki toplumlu federasyon yolunda atılan ilk adım oldu.

Bunu, 1979 yılında Kyprianou ve Denktaş arasında imzalanan ve on maddelik anlaşma takip etti. Süreç, 1990larda Boutros-Ghalinin “Fikirler Dizisi” gibi yeni gelişmelerle devam etti ve müzakereler kademeli olarak ilerledi.

Bu dönemde Birleşmiş Milletlerin rolü ve BM Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul tarafından alınan kararlar önemli bir rol oynadı.

Daha yakın yıllarda, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHM, mülkiyet ve insan hakları meselelerine dair önemli kararlar vererek sürece katkıda bulundu.

2004 yılında ise Annan Planı sunuldu. 2008 seçimlerinin ardından, Başkan Hristofyas bir çözüme yönelik çabalarını yeniledi ve bu, Şubat 2013 Ortak Bildirgesi için zemin hazırladı.

2015 yılında Mustafa Akıncının seçilmesinden sonra süreç güçlenerek “altın dönem 2015 2017 olarak adlandırılan bir döneme girdi.

Bu dönemde, önceki anlaşmalar ve birçok uzlaşı temel alınarak önemli ilerlemeler kaydedildi.

Bu ilerlemeler, 2 tarafı çözüme her zamankinden çok daha fazla yaklaştırdı ve süreç Crans Montana konferansı ile sonuçlandı.

Bu çözüme yaklaşım öyle bir ciddi boyuttaydı ki Crans Montana’nın başarı olarak sayılan toprak konusu karşılıklı konuşulabilecek noktaya gelmişti.

Peki, bu ne demek?

Guterres’in de katkılarıyla, BM, Crans Montana’da çözülmesi gereken en temel konuları içeren 6 maddeyi önermişti.

Bu konular şunlardı: Yönetim ve güç paylaşımı, Mülkiyet hakları, Avrupa Birliği ile ilgili meseleler, Ekonomik faktörler, Toprak ve Güvenlik ve Garantiler Mehmet Ali Talat, dönemin lideri olarak ilk önce yönetim, AB, mülkiyet ve ekonomi konularına öncelik verilmesi gerektiğini belirtiyordu.

Ancak bu alanlarda ilerleme kaydedildikten sonra toprak ve güvenlik ile garantiler konularının ele alınabileceğini ifade ediyordu. Ve gerçekten de yıl 2017’ye gelindiğinde Cenevre’de, güvenlik ve garanti dışında kalan 5 alanda yüzde 9899 oranında çözüme varılmıştı.

Topraklar konusu dahil görüş farklıkları sadece yüzde 1’e düşmüştü. Bu önemli ilerlemenin ardından son aşamaya gelinmişti, o da güvenlik ve garanti konusuydu.

Görüş farklıklarının yüzde 1 düşmesiyle birlikte Kıbrıs tarafları garantör devletlerle son kalan konuyu konuşmak için garantör devletleri Cenevre’ye davet ettiler.

Şimdi burada yeniden duralım ve yazımın en başında ifade ettiğim kişisel olarak temel sorun olarak gördüğüm Crans Montana’daki sorunu kavramaya adım atalım.

Bunun için yine ilk önce Kıbrıs tarihine, sonrasında ise müzakerelerin organizasyon yapısına ufak bir adım atmamız gerekiyor.

1960’larda, Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduğunda, kuruluş antlaşması, garanti antlaşması ve ittifak antlaşması olmak üzere üç ana anlaşma imzalanmıştır.

Garanti Antlaşması kapsamında, Yunanistan, Türkiye ve Birleşik Krallık garantör güçler olarak belirlenmiştir.

Bu, Kıbrıs Cumhuriyeti bağımsız bir devlet olarak kurulmuş olsa da eğer anayasal düzen çökerse, garantör güçlerin bu düzeni yeniden kurma hakkına sahip olduğu anlamına geliyordu.

Diğer taraftan, İttifak Antlaşması sadece Türkiye ve Yunanistan arasında bir anlaşmaydı ve Kıbrıs’ı dış tehditlere karşı savunmayı amaçlıyordu.

Bu antlaşma çerçevesinde, Türkiye ve Yunanistan’a, Kıbrıs’ın iç işlerine müdahale etmeden, ancak dış tehditlere karşı korumak amacıyla adada asker bulundurma hakkı verilmişti.

İşte bunlar neticesinde Türkiye, Yunanistan ve Birleşik Krallık, Kıbrıs meselesine dahil olmuştur. Burada yola çıkarak varmamız gereken husus, bu ülkelerin

Kıbrıs’ın barış müzakere sürecinde tartışılan güç paylaşımı düzenlemeleri, ekonomik yapı veya mülkiyet sorunları gibi iç meselelerde bir rolü olmadığıdır, çünkü bu konular doğrudan onların ilgisini veya sorumluluğunu kapsamıyor.

Bu bilgiyi cepte tutarak son olarak müzakere sürecinin organizasyon yapısını ele almaya başlayabiliriz.

Süreç, çok katmanlı müzakereler ile düzenlenmişti ve her katmanın farklı seviyelerde katılım ve roller içerdiği bir yapıdaydı: Teknik Komite, Çalışma Komiteleri, Müzakereciler Seviyesi Komiteleriyle), Liderlerin müzakere seviyesi, Liderlerin garantör devletlerle müzakereleri. İşte burada kritik bir eksiklik söz konusu.

Crans Montana’ya gitmenin yolunu açan fikir ayrılığının yüzde bire düşüşü, iç meselelerin yüzde 1 farkla çözülmesini ifade ediyor.

Ve bu sayede, daha önce de belirttiğim üzere, Garantör devletleri alakadar eden yani güvenlik ve garanti konusuna artık noktayı koyabilmek için barış sürecinin organizasyon yapısının son evresi, yani Kıbrıslı liderler ve garantör devletlerin seviyesini ifade ediyor.

Burada barış sürecini baltalayan en başta belirttiğim müzakere yaklaşımı devreye giriyor. O da “birbirine bağımlı müzakere yaklaşımı. Birbirine bağımlı müzakere yaklaşımı, birden fazla konuyu (örneğin yönetim, güç paylaşımı, ekonomi vb.) birbirine bağlı veya karşılıklı bağımlı bir şekilde ele almayı ifade eder.

Bu yazımda maalesef detaylandıramayacak olsam da çeşitli avantajları ve dezavantajları bulunmaktadır.

Crans Montana süresince de müzakereleri baltalayıcı noktaya getirdiğini söylemek doğru olabilir.

Peki neden?

Müzakere süresince iki toplum ve liderleri müzakerelerin başlıca sahipleri olarak sayılıyordu.

Örneğin, yönetim ve toprak konuları üzerinden tavizler tartışıldığı zaman doğrudan Kıbrıslı tarafların tutumları tartışılırken, aynı dinamiği bir başka konu olan (dışsal) güç ve garantörlük ve toprak (içsel) konularında tavizler tartışırken görmek mümkün değildir.

Çünkü dinamik, var sayılan Kıbrıslı taraflardan (Cypriot ownership) çıkıp, Türkiye ve Yunanca konuşan Kıbrıslılar arasında bir diplomasiye dönüşmektedir.

Daha açık ifade etmem gerekirse, karşılıklı bağımlı müzakere yaklaşımı, ilk 5 madde olan Yönetim ve Güç Paylaşımı, Mülkiyet, AB, Ekonomi ve Toprak konularında uzlaşmak için faydalı olsa da dışsal faktör olarak sayılan Güvenlik ve Garantörlük konusunda müzakereleri negatif etkiliyor.

Dışsal konular için, içsel konuların dışarıda tutularak farklı bir yaklaşımın benimsenmesinin daha faydalı olabileceğini düşünüyorum.

Sebebi ise panelde Nami’nin de belirttiği üzere, o kalan yüzde birlik kısmın hali hazırda çözüme çok yakın olduğunu, nasıl çözüleceğini kestirebiliyorlardı.

Ancak bu karşılıklı bağımlı müzakere yaklaşımının, içsel ve dışsal bütün konuları birbiriyle bağlantılı ele alarak, geri kalan o yüzde 1’lik kısmın, önemsiz olabilecek noktaları bile çözüme tavizsiz varmak için müzakereleri bloke eden bir duruma soktuğu görülüyor.

Afiyetle kalın.









Başa dön tuşu