Siyasal İslam’ın İki Yüzlü Özgürlük Anlayışı

İnanmayacaksınız ama 20 yıl sonraki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefet “helalleşme” propagandası yaparken, aday Spotify listesini paylaşıp “Halil İbrahim Sofrası” şarkısıyla naralar atacak.
Nereden mi biliyorum? Tabii ki de zamanı ve mekânı aşan telepati yöntemlerimle!
Lisans eğitimini Türkiye’nin Anadolu bölgesinde alma fırsatı yakalayan biri olarak, ülkenin birçok yerinden farklı kimlik ve kültürlerden insanları tanıma ve arkadaş edinme imkânı buldum.
18 yaşındaki, Eskişehir’de okuyan ben o dönemler Siyasal İslam‘ı bilmiyordum. Ama yaşadıkça, tanıdıkça ne olduğunu anlamaya başladım. O zamanlar gözüme çarpan ilk şey, kadın ve din üzerinden rahatça görülebilen ideolojik kutuplaşmaydı.
Türkiye’de dinin toplumsal hayattaki yerinin Kıbrıs’takine göre ne yönlerden farklılaştığını anlamaya başlamıştım.
Kıbrıs’ta din, yaşam tarzı ve ideolojiden çok, bir ritüeller zinciri olarak hayatımızda yer alır.
Din bizim için bayramlardır, adaklardır, sevdiklerimizi son yolculuğuna uğurlama ritüellerimizdir, dualarımızdır ki bunlar da ilandan çok iyi niyette bulunma, iyi düşünme halleridir.
Kıbrıs örneğinde din, ritüeller ve semboller aracılığıyla anlam bulan bir mekanizmadır, yani bir sonuçtur. Burada din, bireysel ve toplumsal kimliğin organik bir ürünü olup ideolojik bir araç değildir.
Türkiye’de ise din, “hegemonya” kavramı çerçevesinde, devlet ve siyaset tarafından araçsallaştırılan bir iktidar mekanizmasıdır. Dinin kamusal alanda bir “kimlik” ve “iktidar aracı” olarak kullanılmasıyla şekillenen bu ideoloji, özgürlük söylemiyle kendini pazarlarken, pratikte toplumsal yaşamı katı normlarla düzenler.
Türkiye’de din, sembollerin ve ritüellerin bir ürünü olmaktan çok, ideolojik bir duruş, yani hayatın din üzerinden anlamlandırıldığı (milliyetçilikle iç içe geçmiş) bir yapıdadır.
Zaten, Türkiye’de 1980 sonrası dönemde devlet eliyle desteklenen “Türk-İslam sentezi“, milliyetçilikle dini sembolleri birleştirerek siyasal İslam’ın temellerini atmıştır.
Kadın bedeni, çakmak (Müslümanlıkta yanında çakmak taşımak, cehennem ateşini hatırlattığı için sünnettir), kantinde ışık alan en güzel masa, selamlaşma stili, erkeklerin saç ve sakal biçimi, konferans açılışları ve daha pek çok şey din ya da milliyetçilik ya da her ikisi tarafından sembolleştirilir.
Burada daha net bir kavramsallaştırma yapmaya çalışırsak, ortaya çıkan görüntü şu şekildedir:
“Milli ve manevi değerler” retoriği, eğitim ve kamusal alanda bir devlet politikasıdır.
Kantindeki Türk bayraklı masa, ideolojik bir mesajın taşıyıcısıdır.
Selamlaşma stili ve benzeri davranış kalıpları, bireyin davranışlarını düzenleyen bir normlar sistemi haline gelmiştir.
Ortası yoktu.
Siyasal İslam, hayatı din üzerinden kurmuş ve dine dair her şeyi politize etmişti.
Herkes, çevresinin etiketlediği kimliği benimsemiş ve bunu cilalayarak aşırı uçlara taşımış gibiydi. Bu etiketleme, bireylerin kendilerini ifade etme biçimlerini ideolojik bir savaş alanına dönüştürüyordu. Mini etek giyenler etiketleniyor, dine uygun giyinenlerle spesifik bir şekilde iletişim kurulması bekleniyordu. Onlar insan değil mi?
İletişim kurarken neden başka biri gibi davranmak zorundayız ki? Karşımdaki rahatsız olursa zaten söyler!
Bu tutumun sebebi, Siyasal İslam’ın normlarını doğal kabul ettiren içselleştirilmiş davranış kalıpları yaratmasıydı.
İki uçtan da arkadaşlarımla üç yıl boyunca çoğu zaman rahat bir iletişim kurduğumu söyleyebilirim. Hepsi bende ortak bir şeyler buldu, ben de onlarda. Ancak her iki uçtan da arkadaşlarım, “Onlarda ne buluyorsun ki, nasıl iletişim kuruyorsun?” diye soruyordu.
Siyasal İslam’ın en belirgin etkisi, toplumu kutuplaştırması ve bireyleri “ya bizdensin ya onlardan” ikilemine sıkıştırmasıdır.
Üniversitede karşılaştığım ayrık ve yabancılaştırılmış kimlikler, ait oldukları grupları yüceltirken, diğer grupları aşağılıyorlardı.
Bu, kimliklerin sertleşmesine ve kutuplaşmaya yol açar. Gruplar arasındaki etkileşim, önyargılar ve stereotipler üzerinden şekillenir.
Kutuplaşma, önyargı ve stereotipler yaratan bir ideolojinin “özgürlük” anlayışı, siyasal İslam’ın elinde seçici bir kavramdır.
Örneğin, başörtüsü yasağının kaldırılması “özgürlük” olarak sunulurken, aynı ideoloji mini etek giyen kadınları “ahlaksız” olarak damgalayabilir.
Bu nedenle benim “ortak bir şey bulma” çabam, bu kutuplaşmış ortamda bir istisna olarak kalır; çünkü sistem, ortak zemini yok edecek şekilde yapılandırılmıştır.
Siyasal İslam, kurumlar aracılığıyla toplumu şekillendirir. Eğitim sisteminden medyaya kadar her alanda, ideolojik bir hegemonya inşa edilir.
Çok değil, bir süre önce Özgür Gazete’nin açık ihbar niteliğinde yayımladığı WhatsApp konuşmaları, bu hegemonyanın nasıl işlediğini gösteriyordu.
Doğrudan Kıbrıs’ta dini, siyasal İslam çerçevesinde ideolojik bir araç olarak kullanmamamızı eleştiriyor, bunu engelleyen bütün kurumsal ideolojiyi ve içindeki yetki sahibi insanları tasfiye edeceklerini ilan ediyorlardı.
Bu bağlamda, şu anki dini tartışmaların özgürlükler üzerinden ele alınması aşırı iyimser ve idealize edilmiş bir ütopyadır.
İçinde yaşadığımız gerçeklikle uzaktan yakından bir alakası bulunmamaktadır.
Benim özgürlük anlayışıma göre, yaşı kaç olursa olsun birey dilediği gibi bir kimlik belirleyip, toplumsal alanda kendini ifade edebilmelidir.
Ancak tartışılan mevzu siyasal İslam’ın iktidar mücadelesi olduğundan, zıt olan her şey politize edilmek zorunda kalıyor. Bu yüzden kadın bedeninden çakmağa kadar her şey kutuplaştırılıp aşırı uçlara taşınıyor.
Ama yine de sormalıyım: Eğer özgürlükten bahsediyorsak, okullarda artık kız erkek fark etmeksizin saç uzatmak, açık bırakmak, makyaj yapmak, dilediği gibi kıyafet giymek, hızma takmak, dövme yapmak, terlik ya da topuklu ayakkabı giymek de serbest olacak mı?
Özgürlüğün sınırını nereden çiziyorsunuz?
Siyasal İslam’ın bu soruya yanıtı nettir: Özgürlük, ideolojik hedeflerle çelişmediği sürece meşrudur.
Burada özgürlük, iktidarın çizdiği çerçevede var olabilir.
Siyasal İslam’ın özgürlük söylemi, araçsallaştırılmış bir retorikten ibarettir. Bu ideoloji, iktidarını pekiştirmek için dini sembolleri kullanırken, özgürlüğü sadece kendi hegemonyasına hizmet edecek şekilde tanımlar.
Kadın bedeni üzerindeki kontrol, kamusal alanın dini ritüellerle şekillendirilmesi ve kurumsal baskılar, bu anlayışın somut göstergeleridir.
Gerçek özgürlük, bireylerin kimliklerini özgürce ifade edebildiği, sembollerin bir “savaş aracı” değil, kültürel zenginlik olarak görüldüğü bir düzende mümkündür. Bu düzen, Siyasal İslam’ın seçici özgürlük anlayışıyla değil, insan hakları temelinde inşa edilmelidir.
Özgürlük, bir grubun tekelinde değil, tüm toplumun ortak paydası olmalıdır. Aksi takdirde, 20 yıl sonraki seçimlerde “helalleşme” naraları atmak, bugünkü ikiyüzlülüğün yarattığı toplumsal travmaları telafi etmeye yetmeyecektir.
Afiyetle kalın.