AB-Amerika İlişkileri Neden Kötüleşti?

İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonra dünya, yeni bir düzene girdi: piyasa ekonomisine dayalı liberal devletler çağı.
Bu düzenin öncüleri, Amerika Birleşik Devletleri‘nde Ronald Reagan ve Birleşik Krallık‘ta Margaret Thatcher‘dı. Neoliberal demokrasilerde temel misyonlar; bireysel haklar, hukukun üstünlüğü ve denge-denetim yönetimleriydi.
1970’lerin ortalarından 2000’lere kadar liberal uluslararası düzen altın çağını yaşadı. 1970’lerde yalnızca 35 olan demokratik yönetime sahip devlet sayısı, 2000 yılına gelindiğinde 120’ye yükselmişti.
Bu düzenin kurulmasında ilk adımlardan biri olarak bu dönemde, Amerika’nın öncülüğünde önemli siyasi bir dönemeç yaşandı: Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulması
***
Hedef, Avrupa kıtasında yaşanan siyasi çatışmaları durdurarak serbest piyasa için istikrarlı ve belirsizlikten uzak bir zemin yaratmaktı.
Uzun bir süre boyunca Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri, paralel ve dengeli bir siyaset sürdürdüler.
Amerikan hegemonyası altında inşa edilen bu düzenin Marshall yardımları gibi çeşitli desteklerle sürdürülebilirliği sağlandı. Hatta 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla Komünist rejimin çöküşü, liberal düzenin zaferi olarak görüldü.
Ancak 2000’lerin başında, kurulan bu uluslararası düzeni sarsacak bir gelişme yaşandı: Çin’in yükselişi. Çin, liberal uluslararası düzende ucuz iş gücü yönetimi ile kârlarını artırarak 2020’lerde yalnızca yeni bir denge unsuru olmakla kalmadı, aynı zamanda düzeni tehdit eden ve yön veren bir güç haline geldi.
Bireysel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü ve denetim gibi değerler, teoride güçlü görünse de liberal ekonominin doğası ve geçmişteki sömürgecilik çağıyla birleşince, bu uluslararası düzen Fukuyama’nın “vetokrasi” adını verdiği, sistemi bloke eden çıkar gruplarını veya tiranları doğurdu.
Bu durum, her ideolojide olduğu gibi, mükemmel ve kusursuz görünen teorilerin pratikte karmaşık hale gelmesinden kaynaklanıyordu.
Liberal piyasa ekonomisi, sömürgecilik çağıyla harmanlandı. Bu dönüşüm, kurumların demokratik yönetimler için denetim ve özgürlük gibi liberal düzenin temel değerlerinin vazgeçilmez unsurlar olduğu inancının aşınmasıyla başladı.
Örneğin, akademi, bilimsel özgürlüklerin kaynağı olmaktan çıkıp piyasa ekonomisinin bir çarkı haline geldi.
Doğa bilimlerinde, bilimin yönünü belirleyen unsur savaş ekonomisi ve yeri geldiğinde sağlığı, yeri geldiğinde de gelecek sonuçlarını ihmal ederek maksimum kâr oranı olurken, sosyal bilimlerde akademi, belirli kaynakları ya da fonları kontrol altında tutarak eleştirel konuları tartışma dışı bıraktı. Örneğin, kritik ırk ve etnik çalışmalar ve sınıf çalışmaları itibarsızlaştırılarak akademide dışlandı.
Irksal hiyerarşi, istismar ve sömürü gibi sömürgecilik dönemi anlayışları, vadesi dolmuş liberal düzende çıkar grupları tarafından alt ve orta sınıfları yönlendirmek için kullanıldı. Liberal düzenin temel değerlerinden olan denge ve denetim, algoritmalar aracılığıyla askıya alındı.
Self-determinasyon hakkı, kurumlar aracılığıyla baskı altına alındı. Bireysel özgürlükler zedelenirken göçmenler nefretle karşılandı. Göç etmek zorunda kalanlar ise müdahaleler ve sömürgeci politikaların sonuçlarıydı.
Gerçekte ise Almanya için Alternatif Parti’si’nin (AfD) ve 2000’lerde yükselen kimlik siyasetinin başarısı, çöküş sürecine giren liberal dünya düzeninin zorla ayakta tutulma çabasının ürünüdür.
Liberal uluslararası düzen dünya genelinde barış ve refah yaratmayı başardı ve güvenli, güçlü aktörlerin yükselmesini sağladı.
Fukuyama’ya göre, belirli bir refah seviyesine ulaşıldığında, aktörler yeni arayışlara girer. Bu arayışlar da Fukuyama’nın kavramsallaştırması ile ya tiranları ya da kahramanları yaratır.
Mevcut düzenin durağanlığa saplanması nedeniyle, yanlışları ve doğrularıyla, dünyaya kattığı ve kaybettirdiği değerlerle liberal uluslararası düzen dönüşmeye başlamıştı.
Örneğin, Avrupa Birliği, Asya devletleri ittifakları genişliyordu; hatta üye devletler komşu ülkeler ve bölgesel aktörlerle karmaşık ama sağlıklı ilişkiler içindeydi.
Doğu ve Batı arasında bulunan Türkiye, AB yanısıra Asya devletleri ile de bağını pekiştirmeye çalışıyordu. Yine bu bağlamda, Macaristan’ın AB ve Türk devletleriyle kurduğu ilişkiler de her ne kadar Avrupa’da tartışılsa da, sağlıklı bir dönüşüm sürecinin parçası olarak görülebilir.
Peki ama neden dönüşümden ziyade yepyeni bir düzen değil? Çünkü, savaşı göze alıp yıkım yaratmaktansa çözümün, dönüşüm veya değişim olarak görülmesidir ki bu da liberal uluslararası düzenin yarattığı en önemli değerdir.
Ancak Amerika’yı AB’den, hatta dünyadan ayıran fark tam olarak burada başlıyor; düzenin durağan bir hale gelmesinden ötürü çözüm dünya genelinde sağlıklı, yavaş ve belirsizlikten uzak bir dönüşüm iken, Amerika için değişimdi.
Çünkü bu düzen Amerika’nın kendi düzeniydi. Güçlü bir aktör olarak, her ne kadar mevcut düzen durağan ve gelişime kapalı bir sistem haline gelmiş olsa da hâlâ piyasayı ve dünya siyasetini etkileyebilecek bir konumdaydı.
Bu nedenle Amerika, öncüsü olduğu ulus üstü kurumların değerini zedeleyerek AB’yi yarı yolda bırakmayı ve Çin ve Rusya gibi rakiplerle uzlaşmayı tercih etti. Almanya’da ve dünyada kimlik siyasetini körükleyerek aşırı sağın güçlenmesine zemin hazırladı.
Bu perspektife göre kritik olan nokta, başta AB olmak üzere Çin ve Rusya’nın ve diğer bütün devletlerin Amerika’nın bu dönüşümü engelleme çabalarına reaksiyon verip vermeyecekleridir.
Afiyetle kalın.