InstagramKöşe Yazarlarımız

KKTC Bir Devletten Çok Bir İdeolojidir






Kıbrıs’tayım dede…

Sende olduğu gibi sirenler çalmıyor bende. Ne bomba düşüyor ne de tüfek patlıyor. Ama her şey yıkıldı…

Yıkılmadı” diyorlar.

Nenem bazen rüyalarında eski evini görüyormuş, bana söyledi. Ben de eski evimi özlüyorum. O göç ederken evinin geride kaldığını biliyordu.

Ama ben ne ara yurtsuz kaldım?

Kıbrıs’a gelir gelmez, hasretle sarıldığım kitaplarım arasında Niyazi Kızılyürek’in Bir Hınç ve Şiddet Tarihi adlı eseri yeniden karşıma çıktı. Bu kez farklı bir gözle okudum.

Kızılyürek’in çatışmaların kökenini modernleşme süreçleriyle temellendirip, kimlik krizleriyle birlikte analiz eden yaklaşımı, beni bugünün Kıbrıs’ının kuzeyini bu perspektiften sorgulamaya itti.

Kızılyürek’in temel argümanı şudur; “Modernleşme süreçleri, toplumların statülerini ve duygularını yeniden şekillendirir…” Kitap, bu bakış açısı üzerine kuruludur ve küresel uluslaşma süreçlerini modernleşmenin bir örneği olarak sunar.

Kıbrıs bağlamında ise bu süreçler üç dışsal (Osmanlı-Yunan savaşları, İngiliz böl-yönet politikası, 1974 sonrası bölünme) ve üç içsel (İkinci Dünya Savaşı sonrası kolonyal çözülme, 1960 Cumhuriyeti’nin kurulması, 1974 sonrası yeni yapı) dönüşümle örneklenir. Her biri, kimlik kırılmalarına neden olmuştur.

Statü kayıpları, aidiyet krizleri, korku ve ayrışma duygusu, bu dönüşümlerin kalıcı izleridir.

1974 sonrasına, yani bugüne baktığımızda ise daha doğmadan ölmüş farazi bir düzenin içinde yaşadığımızı görüyoruz. Kızılyürek, ideolojiyi tanımlarken Jacques Semelin’e atıfta bulunarak “hayal ile gerçeğin iç içe geçtiğini” bahseder (sf. 6) . Bu bağlamda KKTC, başlı başına bir ideolojidir.

Dünya küresel bir bağımsızlık ve uluslaşma süreci yaşarken, Türkçe konuşan Kıbrıslılar marjinalleştirilmiş, kendine has bir ideolojiyle “KKTC’leşmeye” itilmiştir.

Çünkü KKTC, gerçekliğin inkârı üzerine inşa edilmiş, bastırılmış bir kolektif halüsinasyondur. Var olduğu söylenen ama görünürlük kazandığı her yerde meşruiyetini yitiren bir düzendir.

Seçim vardır, ama irade yoktur. Devlet vardır, ama yurttaşlık yoktur. Kimlik vardır, ama tanınma yoktur. Her şey farazidir; her şey -mış gibi yapılır. Bu siyasal çöküş, beraberinde ahlaki bir çöküş de getirmiştir.

İdeolojiler yalnızca bir düşünce sistemi sunmaz; aynı zamanda toplumsal gerçekliği şekillendirir, meşrulaştırır, normalleştirir ve nihayetinde iktidarı korur ya da dönüştürür. İnsanlara ne düşüneceklerini değil, kim olduklarını, neye ait olduklarını, kimlerle dost ya da düşman olduklarını da söyler.

Bu bağlamda KKTC’nin varoluşu, bir devlet formundan çok, bir ideolojik ihtiyaçtan türemiştir. Yani KKTC, bir ideolojinin taşıyıcısı değil, aksine onun kurumsallaşmış biçimidir.

Bu ideolojinin belkemiğini ise sistematik bir “gaslighting” stratejisi oluşturur: Var olan inkâr edilir, olmayan meşrulaştırılır.

Sağlık sistemi çöker, ama “kriz yönetiliyor” denir. Seçimlere müdahale edilir, ama “milli irade” vurgulanır. Yurttaşlık rejimi keyfi biçimde genişletilir, ama “eşitlik” anlatılır.

Tüm bu retorik, Türkçe konuşan Kıbrıslı kimliğini tanımsızlığa iter. Bugün kim, hangi zeminde, kim adına konuşuyor?

Temsiliyetin zemini erozyona uğradıkça, siyasetin öznesi de muğlaklaştı.

Yaşadığımız şey yalnızca bir yönetişim krizi değil; aynı zamanda ahlaki ve yapısal bir çöküştür. Çöpler toplanır ama göz göre göre yakılır.

Denizler ölçülür, ama kanalizasyon salınır. Öğrenciler yıkılmaya yüz tutmuş okullardan alınır, ama konteynerlere mahkûm edilir.

Devlet eğitim verir ama herkes özel dershanelere mahkumdur. Sağlık sistemi sosyal devlet anlayışıyla sunulur, ama bir MR sırası için aylarca beklenir. İnsan yaşamı bir istatistikten ibarettir, hatta o bile değildir.

Soluduğumuz hava, çöplerin yakıldığı alanlardan ve bacası filtresiz santrallerden sızan zehirle karışıyor.

Denizlere salınan atıklar, sahillerin sessizce özelleştirilmesi ve halkın mülksüzleştirilmesi artık olağan. Bu çürümeye ses çıkaran herkes yalnızlaştırılıyor.

Bu bir hizmet krizi değil, bu bir ahlaki çöküştür. Ve bu çöküşün en tehlikeli yanı, normalleşmesidir.

KKTC ideolojisinin ikinci belkemiği ise bireysel ve kurumsal bağımlılık halidir. Herkes ve her şey birbirine bağımlıdır.

Aksi takdirde bu düzende hayatta kalmak mümkün değildir. Sürdürülebilirliğin tek yolu torpildir.

Söz söyleyebileceğin, var olabileceğin alanlar ve temsil edilebileceğin kurumlar, yalnızca bu bağımlılığın çerçevesinde meşrulaşır. Sisteme entegre olmamanın tek çaresi ise göç etmektir.

Tüm bu çöküş, siyasi bağlamından koparılıp yalnızca “yetersizlik” ya da “beceriksizlik” olarak tanımlandırılmaya çalışılıyor. Oysa yaşanan, bilinçli bir istikrarsızlaştırma halidir.

Eşitlik, temsiliyet ve kendi kaderini tayin hakkı için çıkılan yolda, bugün bu üç temel ilke desistematik olarak aşındırılmış, içi boşaltılmıştır. Her şey -mış gibi, her şey farazi.

KKTC, aynı anda hem bağımsızlık iddiası taşır hem de Türkiye’ye yapısal ve ideolojik olarak bağımlıdır. Öte yandan, devlet formu taklit edilir, ama bu formun içeriğini üretme kapasitesine de sahip değildir.

Siyasi kutuplaşma, ekonomik krizlerle birleştiğinde bu aidiyet krizini derinleştiriyor.

Nüfusun siyasallaştırılması, seçim süreçlerine müdahaleler, laik-muhafazakâr gerilimler; bir halkın kendi kaderine yabancılaşmasına yol açıyor. Giorgio Agamben’in “çıplak hayat” kavramı, burada yaşayanların deneyimini özetler.

Çıplak hayat, hukuki ve siyasi kimlikten arındırılmış, sadece biyolojik varlığıyla tanımlanan insan halidir.

Kaderine yabancılaşmak, belirsizliği de beraberinde getirir. Siyaset dışsallaştırıldığında, toplum kendi varoluşunu ya geçmişe sığınarak ya da tepkisel çıkışlarla ifade eder. Bugün sokakta, üniversitede, sanatta, basında hissedilen tam da budur: Aidiyet krizi.

Barış çalışmalarında “negatif barış” (çatışmasızlık) ile “pozitif barış” (tüm değerlerin tesisi) arasındaki fark, Kıbrıs’ta trajik bir anlam kazanıyor. Açık şiddet biçimleri son bulmuş olsa da şiddeti doğuracak tüm koşullar birikmiştir.

Burada “-mış gibi” haliyle kastettiğim şey, Johan Galtung’un “şiddet üçgeni”ne doğrudan bir göndermedir. Zira doğrudan şiddet biçimleri sona erse de yapısal (ekonomik eşitsizlik, temsil krizi) ve kültürel (kimlik temelli dışlayıcılık) şiddet biçimleri hâlen gündeliktir.

Bu nedenle, siyasal retorikte “barış” bir söylem olarak varlığını sürdürse de şiddet farklı biçimlerde varlığını korumaktadır.

KKTC, yalnızca tanınmayan bir devlet değil; tanınmak istemeyen, tanınmanın yükümlülüklerinden kaçınan bir düzendir. Bu düzenin karşısında var olmanın ilk şartı, -mış gibi yapmayı bırakmaktır.

Belki de şimdi en çok ihtiyacımız olan şey, hakikatin sesi olmaktır. Korkmadan, susmadan, her kelimenin ağırlığını bilerek konuşmak. İdeolojilere değil, gerçekliğe tutunmak. Ve bu çöküşe alışmamayı, direnişin ilk adımı saymak.

Afiyetle kalın.











Başa dön tuşu