InstagramKöşe Yazarlarımız

Nedir Bu Anavatan?






Kıbrıs dendiğinde, “anavatan” kavramı herkesin zihninde farklı bir yere oturur. Ancak “anavatan” dediğin anda, masalar kalkar, sesler yükselir, yazılar sansürlenir. Oysa bu kelimeyle yüzleşmeden, bu topraklarda bir arpa boyu yol alınamaz.

Peki ya nedir bu “anavatan”?

Bu soru, Kıbrıslıların kimlik arayışının tam merkezinde duruyor. Gerçek şu ki, Kıbrıs’ta “anavatan” kavramı bir zamanlar Kıbrıs’ta halkların kendi üretimiydi.

Bugünse bu kavram, halkların değil, devletlerin şekillendirdiği bir hikâyeye, anlatıya hatta siyasi bir araca dönüşmüş durumda.

Bu mesele birçok kesim tarafından tartışmaya kapalı. Ya mutlak bir sadakatle benimseniyor ya da topyekûn reddediliyor.

Bu yüzden de tartışmaya gerek bile duyulmayan ideolojik bir tabu haline gelmiş durumda. Oysa yakından bakıldığında, “anavatan” kavramına yaklaşımın hem Türkçe konuşan Kıbrıslıların hem de Yunanca konuşan Kıbrıslıların kendi aralarında bile farklılık gösterdiği görülebilir.

David Hannay’ın “Kıbrıs: Çözüm Arayışı” adlı kitabında etkilendiğim bir gözlemi vardı. Hannay, uluslararası toplumun, Kıbrıslılar için Türkiye ve Yunanistan’ın ne ifade ettiğini tam olarak anlamadığından bahsediyordu.

Çok doğru bir tespit. Çünkü biz Kıbrıslılar bile bu ülkelerin bizim için ne ifade ettiğini, onları zihnimizde nereye, neleri ile yerleştirmemiz gerektiğini tam olarak bilemiyoruz.

Bu yazıyı kaleme alma nedenim şu: Evet, müzakereler Crans-Montana’dan beri durma noktasında. Ancak “anavatan” kavramı, sadece geçmişin değil, geleceğin de müzakerelerinde kritik bir rol oynayacak.

Bu yüzden bu kavramı romantize edilmiş ya da sağ siyasetin çarpıttığı haliyle değil; hem politik hem de kültürel gerçekliğiyle konuşmamız gerekiyor.

Aşırı sağın bu kavramı siyasi bir manevra aracı olarak kullanmasını bir kenara bırakırsak (çünkü bu bir düşünce biçiminden ziyade ideolojik bir araçtır), Kıbrıslılar arasında “anavatan” meselesine dair iki temel yaklaşım öne çıkıyor:

Birinci yaklaşım, “anavatan-yavru vatan” kavramlarının Kıbrıs’ın bağımsız bir ülke olarak algılanmasının önüne geçtiğini savunur. Bu görüşe göre, söz konusu terimler Kıbrıs’ı değersizleştiren, diaspora gibi konumlandırılmasına açık kapı bırakan ve müdahaleci bir bakış açısını meşrulaştıran kavramlardır.

İkinci yaklaşım ise bu terimlerin, Türkçe ve Yunanca konuşan Kıbrıslıların ya Türkiye ya da Yunanistan’a duyduğu tarihsel ve kültürel yakınlığı; müzik, dil ve benzeri ortak değerleri simgelediğini savunur.

Bu görüşe göre, bu ifadeler karşılıklı bir aidiyet duygusunu yansıttığı sürece anlamlı ve meşrudur.

Her iki yaklaşım da eksik. Çünkü “Anavatan” kavramı yıllardır sağ siyasetin elinde çarpıtılmış, içi boşaltılmış ve bir itaat sloganına dönüştürülmüştür. Seviyorsan susacaksın. Sevmiyorsan hain ilan edileceksin.

Bu ikilik hem Türkçe konuşan hem de Yunanca konuşan Kıbrıslıları doğasına aykırı bir şekilde katı bir kimliksel bir hapishaneye tıktı.

Oysa bu kavramı başka türlü de düşünebiliriz. Hatta düşünmek zorundayız. Çünkü bu topraklarda yaşayan bizler hem Türkiye’ye hem Yunanistan’a dair tarihsel, kültürel ve duygusal bağlar taşıyoruz.

Ve bu kavram günümüzde politik olarak da hayatımızın tam ortasında duruyor: Barış müzakerelerinde, eğitim sisteminde, dış politikada, toplumsal hafızada.

Bu bağlamda, üçüncü bir yaklaşım arayışını gündeme getirmek istiyorum. Bu, günümüz şartlarında üzerine düşünülmesi ve araştırılması gereken bir bakış açısı: Her iki ülkeyi de farklı alanlarda ve farklı şekillerde “anavatan” olarak görmek.

Bu yaklaşım, hiyerarşik bir bağımlılığı değil; karşılıklı sevgi, saygı ve ortaklık temelinde bir ilişkiyi önerir. Ancak tıpkı diğer yaklaşımlar gibi, bu da “anavatan” kavramının yeterince tartışılmaması ve bireysel deneyimlere göre şekillenmesi nedeniyle kolayca yanlış anlaşılabilecek bir zeminde duruyor.

Örneğin Türkiye, Kıbrıs’ın eğitim sistemi, medya dili ve siyasal kurumları üzerinde tarihsel etkiler taşırken; Yunanistan kültür, sanat ve ritüeller açısından önemli bir referans noktası olmuştur.

Bir Kıbrıslı için Türkiye, üniversite eğitimi aldığı yer; Yunanistan ise tiyatroda izlediği ilk oyunun dili olabilir. Bu farklılıklar, kimliği bölen değil, zenginleştiren unsurlar olarak da yorumlanabilir.

Bu kavramın bir diğer boyutu ise, “anavatan“ın kavramsallaştırma süreci sağ siyasetin insafına bırakıldığı için, Türkiye ve Yunanistan’da Kıbrıslılara dair önyargılar derinleşmeye devam ediyor.

Her iki ülke de Kıbrıslıların bağlılığını kırılgan, güvensiz ve sürekli denetlenmesi gereken bir sadakat testi gibi görüyor.

Kıbrıs’ın kuzeyinde ve güneyinde sağ siyasetin benzer (hatta neredeyse aynı) yaklaşımlarla “anavatanlar“la iletişim kurmaya çalışması, Kıbrıs’ın sağlıklı bir kimlik geliştirmesini engelliyor.

Bu duruma en büyük örnek, Kıbrıs Türk sağ siyasetinin öncüsü Rauf Denktaş‘ın Türkiye ile olan iletişim biçimi ile bugünkü UBP’nin söylemleri ve tutumları arasındaki farktır.

Denktaş bugün yaşasaydı, büyük ihtimalle “Rumcu” ya da “Türkiye karşıtı” olmakla suçlanırdı. Oysa Denktaş’ın Türkiye’ye olan sevgisi tartışmasızdı. Fakat o ilişki, dikey bir hiyerarşiye değil, yatay bir ortaklık olmasa bile bir “aynılık“a dayanıyordu.

32. Gün belgeselinde hem Denktaş‘ın hem de Klerides’in ayrı ayrı dile getirdiği bir duruş modeli var ki, bu model Kıbrıs ile anavatanlar arasındaki ideal iletişim biçimini ve bu iletişimin müzakerelere etkisini açıkça gözler önüne seriyor. Denktaş belgeselde şöyle diyor:

Onlar ‘Kıbrıs Yunandır’ iddiasında oldukları sürece, bizim de iddiamız ‘Kıbrıs Türktür’ olmalıydı ki eninde sonunda ortada buluşabilelim

Klerides ise şu ifadeyi kullanıyor:
Türkiye Kıbrıs’ı ilhak ederse, bizim buna seyirci kalacağımızı mı sanıyorsunuz?
(…) Aynı şeyi bizim de Yunanistan’la yapmamız mümkün değil mi?

Bu ifadeler yalnızca geçmişin krizini değil, bugünün barış perspektifini anlamak için de kritik.

Çünkü her iki liderin sözleri, “anavatan” kavramının sağ siyaset tarafından nasıl üretildiğini, sol siyaseti dönüştürme gücünü ve hem bir savunma refleksi hem de bir müzakere aracı olarak nasıl işlevselleştirildiğini açıkça ortaya koyuyor.

Yine 1950’lerde Makarios’un Enosis çağrılarına karşılık, Kıbrıslı Türk liderliğin ilk kez “Anavatan Türkiye” tabirini Halkın Sesi’nde kullanması da bu siyasallaşmanın ilk adımlarındandı.

Tüm bu tarihsel örnekler bize açıkça şunu söylüyor: Kıbrıslılar, “anavatan” kavramının hem duygusal hem de politik bedelini artık açıkça sorgulamalı. Bu kavramın tanımı -ne Ankara’da yazıldı ne Atina’da- bizim yaşadıklarımızla, bizim hafızamızla, bizim mücadelemizle şekillenmeli.

Aşırı sağın tekeline girmemiş bir zemin üzerinden, tüm Kıbrıslılar olarak bu kavramı yeniden tanımlamak hem hakkımız hem de sorumluluğumuz.

Çok geç kalınmış bir yüzleşmeyle, artık ne teslimiyet ne de inkâr bu toprakların düşünsel harcında yer almalı.

Çünkü “Anavatan” kavramı, sağ siyasetin tapulu malı değildir. O kavramın gerçek sahibi, kendi kimliğini kendi elleriyle inşa eden Kıbrıslıların ta kendisidir.

Afiyetle kalın.











Başa dön tuşu