Zaten Esarete Zor Dayanıyoruz
Zor olmayan herhangi bir iş var mıdır bu yeryüzünde?
Şöyle kolaycacık, kendiliğinden ve hiç zahmet harcamadan oluveren. Uğraştırmayan, düşündürmeyen, sıkıntı vermeyen bir iş…
Hani “iş” dedikse aldanmayın. “İş”ten kastım, maaş için yapılan mesai değil. “İş” derken kasıt, gerçekleşmesini istediğimiz herhangi bir “şey”!
Sevdiğiniz tarafından sevilmek mesela, çocuğunuzun büyümesi ya da…
Yemek yapmak, ayakkabı bağlamak veya çamaşır asmak… Aklınıza gelebilecek her şey yani…
Kolay yoldan çözülebileni var mı bunların?
***
Alemdağ’lı bir Hüseyin abim var…
Yıllar önce bahçesinde çalışmış, yorulmuştuk. Sonra da kuru fasulye pilava talim etmiştik aynı sofrada… Yaptığımız işin ağırlığından, zorluğundan şikâyet ediyordum, fasulyeyi kaşıklarken!
Ve Hüseyin abi demişti ki; “Hayatta kolay elde edilen hiçbir şey yok. Bu yediğin fasulye bile öyle. Düşün ki başkası hazırlayıp tabağı önüne dahi koysa, kaşığı eline almak, ağzına götürmek, çiğnemek ve yutmak senin işin…
Üstelik hiç de kolay işler değil bunlar, yakından bakıldığında…” O günden aklımda bu cümleler kaldı, bir de o fasulyenin muhteşem tadı…
Zaman geçtikçe farkına vardım ki; fasulyeye tadını veren şey, o gün bizi yoran şeydi! Yaptığımız ve benim şikâyet ettiğim iş!
O iş ki, bizi yormuş ama birbirimize yakınlaştırmıştı. O iş ki, dostluğumuzu pekiştirmiş, yemeğimize lezzet katmıştı. O iş olmasaydı, fasulyenin tadı hala damağımda olmazdı…
***
Günlük işlerini başkalarının üzerine yıkan veya para kuvveti ile çözenlerin hayattan alamadığı lezzet, işte o fasulyenin lezzetidir.
Aynı fasulye, farklı lezzet! Mümkün müdür bu? Mümkündür…
Ama mesele bu kadarla bitmiyor aslında. Konu “fasulyenin faydalarından” ibaret değil kısaca…
Her zaman birisini bulamayız işlerimizi üzerine yıkacağımız. Ve olması mümkün değil her işimizi çözecek kadar paramız…
Bu yüzden kestirmeye sapma, kolay yoldan sonuca varma hevesine kapılır bazılarımız. Oysa birçoğumuz bilir bunu; “kestirme yol, en uzun yoldur!”
Hakkıyla yapılmayan, üzerine düşünülmeyen, emek harcanmayan ve başkalarına havale edilen bütün işler; misliyle geri döner, zorluk çıkarır sonunda…
Kolay yoldan elde edilen hiçbir şeyin tadı yoktur ama aslında çoğu zaman kolay yol diye bir şey de yoktur!
Kolaycılık adına sadece biçimsel olarak çözülen sorunların, özü çözülmediği sürece tekarlanmasından ibarettir bazılarının yaşamı…
Sonsuz bir döngü, tatsız bir tekrar…
***
Bizler de bu kolay yollara pek bir aşinayız Kıbrıs’ta! Elen faşistlerinden kaçıp Türkiye’ye sığınmaya; Türk milliyetçilerinden bıkıp AB’yi çağırmaya, AB gelmeyince Kıbrıs Cumhuriyeti’ni geri istemeye meylimiz var!
Sağcılarımız TC’den, “solcularımız” AB’den bekler, bizim işimizi başkası görsün ister… İsteriz ki hem yemeği hazırlasın hem de kaşık kaşık yedirsin bizlere birileri. Meme isteyen çocuk gibi ağlamalarımız, çözüme kafa yormadan sorunlar hakkında sızlanmalarımız da bundandır! Bir “kurtarıcı” görsün de kurtarsın diye bizi kendimizden!
Bunun için de “belayı satın almaya” meraklıyız: “Sin da gulle geçsin”, milli atasözümüzdür. “Dereyi geçene kadar ayıya dayı” deriz de sık söylenince gerçek haline gelebileceğini hesaba katmayız bunun…
Suyumuz mu kirlendi; Türkiye’den boru çekin! Doğamız mı bozuldu; AB’ye proje yapın! Çözüm mü istiyoruz; BM’ye mektup yazın! Ve tüm bunlar olsun diye, dünyanın bütün “ayılarına sürekli dayı” deyin…
Eli kanlı dışişleri bakanları ile el sıkışırken çekilen fotoğraflar, AB-ABD yetkililerinden ödül alırken gülümseyen pozlar, dünyanın yoksullarını sömürenlerden gelecek proje paraları için atılan taklalar…
***
Hayvanat bahçesinde iki aslan sohbet ediyormuş!
Bir tanesi ballandıra ballandıra anlatıyormuş yakınlarda kurulan sirki. “Burada, demir parmaklıklar ardında hayat çok zor” diyormuş… “Oysa sahne hayatı öyle mi…”
“Alkışlar, ışıklar, şöhret… Keşke yapsalardı sirk aslanı bizi…”
Dinlemiş, dinlemiş, dinlemiş diğer aslan arkadaşını… Ve yüzünü buruşturarak vermiş cevabını…
“Dostum, üzgünüm ama seni dinledikçe atıyor tepem… Zaten esarete zor dayanıyorum, soytarılığa hiç gelemem…”