Umut ve Gerçekler Arasında
Köşe yazısı yazmak, bir dertleşme, bilgi ve görüşler aktarma yolu ve önemli bir sorumluluktur. Yazdıklarınız özgün olmalı, doğru bilgiye dayanmalı, düşündürmeli ve zihin açıcı olmalıdır.
En azından benim için öyle.
Gazeteci değilseniz, daha da çok dikkat etmelisiniz. Çünkü gazeteci olmanın da bir yolu, etik kuralları var. Ya okullu gazetecisiniz ya da alaylı.
Bir de benim gibi gazeteci olma iddiası olmayan, kendi mesleki alanında ya da toplum içinde uğraş alanındaki konularda bilgi, düşünce ve görüşlerini paylaşanlar var.
Mart ayından beri bu köşede sizlerle dertleşiyorum. Gerektiğinde kaynağından araştırarak bilgi de paylaşıyorum.
Daha çok çevre, şehircilik, barış, toplumsal cinsiyet konuları benim ilgi duyduklarım.
Bu konularda dağarcığımda ne varsa izlenimlerimi ve değerlendirmelerimi aktarmaya çalışıyorum.
Tıkandığım çok oldu. Ha bire olumsuzluk yazıyorum diye kendimi sorgularken buluyorum çoğu zaman. Sanki kara gözlükle bakıyor, her şeyi karamsar bir şekilde değerlendiriyorum gibi geliyor. Ben mi çok karamsarım yoksa durum mu kapkara?
Sürekli olumsuzlukları yazmak hoş değil elbet. Lakin umut olabilecek bir ışık da yok ki. Oysa her zamankinden daha çok umuda, çıkış yoluna ihtiyacımız var.
Geçen gece çok güzel bir sergi açılışındaydık arkadaşlarla. Rüstem Kitabevi öyle hoş bir yere dönüştü ki, Lefkoşa Surlariçi’nde bir nefes, ışık oldu.
Yemekleri, kafesi, ev sahipliği yaptığı sohbetler, sergiler, hatta sahne gösterileri ile bir beslenme ortamı, her bakımdan hem de.
İşte yine bir sergi açılışı için oradaydık. Karşılaştığım arkadaşlarımdan birisi, “Yazılarını takip ediyorum, ah vah hep” deyiverdi.
Kardeşim de buna benzer bir değerlendirme yapmış ve niye güzellikleri yazmıyorsun da hep yaşanan olumsuzlukları aktarıyorsun yazılarında diye sormuştu. Haksız sayılmaz aslında.
Lakin öyle tuhaf bir dönemden geçiyoruz ki!
Mecliste olan biteni utançla izlerken, her gün bir çevre talanıyla karşılaşırken, hukuksuzluklarla uğraşırken, eğitimde ve sağlıkta gündeme düşen bitmek bilmeyen hatta daha içinden çıkılmaz hale gelen dertleri görürken, bunlara sırtını dönerek, gözlerini kapayarak sadece güzelliklerden söz edebilmek o kadar zor ki!
Köşe yazıları aslında hepimizin de yaşadığı bir yakarış şekli.
Geçen hafta okuyanlar hatırlayacaktır, kendi ülkemize yabancılaşmaktan söz etmiştim.
Çok sevgili Umut Bozkurt düşündürücü bir yorumda bulundu:
“Göç artık evrensel bir olgu. Tüm dünyayı etkileyen bir olay. Bu kadar eşitsiz bir kapitalist sistemde, bazı insanların ülkelerindeki koşullardan ötürü başka ülkelere gidip orada hayat kurmaya çalışmaları adeta bir mecburiyet. Kuzey Kıbrıs o anlamda çok ilginç bir örnek, zira hem dışarıya göç veriyor hem de tanınmamış bir ülke olmasına rağmen dışarıdan göç alıyor. Buraya okumaya gelen binlerce uluslararası öğrenci olmasa tanınmamış bir ülke olarak bizim ekonomimiz durma noktasına gelir. Yabancı işçilere de ihtiyacımız var. Ülkede doğru dürüst refah devleti yok, devletin çocuk bakımında, sağlıkta verdiği hizmetler yetersiz. Türkmenler olmasa bizim çocuklarımıza, yaşlılarımıza kim bakacak? Pakistanlı işçiler olmasa bizim sermayedarımız kimin ensesinden bu kadar semirecek? Esas sorun planlama olmadan, altyapı problemlerini çözmeden buraya bunca insanın gelmesi tabii. Bunun sorumlusu da buraya gelen yabancılar değil. Rant hırsıyla market açar gibi üniversite açan siyasiler, çevreyi talan edercesine dağı taşı inşaat dolduran müteahhitler ve daha niceleri. Kıbrıslıların bu Batımerkezci, Avrupa merkezci perspektifle Doğu’dan gelenleri küçümsemesini de anlamakta zorluk çekiyorum. Bir burada 1974 sonrası yarattığımız sistem ortada, her şey çözülüyor, kimseyi küçümseyecek vaziyette değiliz. İkincisi o çok özendiğimiz Batı bu noktaya 15. yy’dan beri sürdürdüğü sömürgecilik politikaları sayesinde geldi, o medeniyetin ardında kölelik ve çok fazla kan ve gözyaşı var”
Umut Bozkurt’un dediği gibi göç küresel düzeyde bir gerçek. Maalesef yabancı düşmanlığı da bir gerçek.
Ülkeler için göç ve göçmenler bir maliyet oluşturuyor. Öte yandan, başka diyarlarda daha iyi bir yaşam arayan insanların insan hakları var.
İstihdam, eğitim, sağlık, barınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması şart. Ayrıştırma, ötekileştirme ve çatışma en ciddi riskler. Bunların önlenmesi için sosyal politikalar şart.
Bir şehir plancısı olarak, mekânın dönüşümü dikkat çekmek istediğim bir başka konu.
Ne yazık ki buralarda sosyal, ekonomik ve mekânsal yönden hiçbir politika yok. “Saldım çayıra, Mevla’m kayıra” durumu var.
“Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” anlayışı hâkim. O ya da bu nedenle, bizim bu tanınmamış coğrafyamıza göç edenlere yönelik hiçbir politika yok, sadece para ve hizmetkâr olarak görülüyorlar.
Mekân dönüşüyor, sosyal ayrışma ciddi bir sorun, yerli toplumun aidiyet duygusunun zedelenmesi, kendi ülkesine yabancılaşması acı bir gerçek.
Peki, çıkış yolu ne?
Öğrenilmiş bir çaresizlik içinde debeleniyoruz sanırım. Yaşadığımız toplumsal çöküşe sessiz kalabilmenin yolunu bulmak mı doğrusu?
Sevgili Ruhsar Vudalı’nın da isyan ettiği gibi, cadı kazanı gibi kaynayan coğrafyamızda değerlerini, saygıyı kaybetmiş, rant ve ihale çarkını kendi ve rozetlileri için çalıştıran, demografik yapıyı bozan, gayri yasallığı meşrulaştıran, aidiyet duygumuzu yitirilmesine yol açan bu düzeni yönettiğini zannedenlere karşı yazarak, söylenerek enerjimizi harcamaktan vazgeçmek mi doğru yol?
Fransız sosyolog Émile Durkheim’in dediği gibi toplumda kurallar ve değerler zayıfladığında, insanlar ne yapacaklarını bilemez hale gelir.
Bu belirsizlik, insanların hayatlarının anlamını kaybetmelerine ve toplumsal dayanışmanın zayıflamasına neden olur. İnsanlar birbirine karşı duyarlılığını yitirir ve toplumda birlik azalır.
Tam da bu durum da değil miyiz? Yoksa içinden geçtiğimiz koşullar pespembe de biz mi göremiyoruz?
Önerilen çözümler, raflarda tozlanan raporlarda yer alan çareler gerçekten de çok mu hayali, hatta ütopik ki pek itibar görmüyor?
Susmak, bu toprakların güzelliklerinin korunmasına yetecekse susalım!
Görmezden mi gelelim bu güzelliklerin telef edilmesini!
Görmezden mi gelelim Beşparmakların inşaatlar uğruna delik deşik edilmesini!
Kulak mı tıkayalım, halkın vekillerinin halk için görev yapması beklenen Meclisteki kepazeliklere!
Gözümüzü mü kapatalım denizlerin, sahillerin kirletilmesine, özgün yerel mimari ve tarihi değerlerimizin yok edilmesine, narenciye ağaçlarının, zeytin ağaçlarının, harup ağaçlarının kesilip yerine beton ormanları yapılmasına!
Umursamayalım mı, kanser hastalarının, diyabetlilerin ve daha nice hasta insanın hasta haklarının ihlalini!
Varsın göçmenler, yabancılar dilini bilmedikleri ülkemizin okullarında zorluk yaşasınlar, bize ne, bana ne mi diyelim!
Yok, nasıl görmezden gelirim, nasıl susarım bunları görerek! Elimden bu geliyor, bir emekli kamu görevlisi ve sivil toplum insanı olarak.
Siz neredesiniz? Çıkış yolu ne? Bireysel çıkış yolu değil ama, toplumsal çıkış yolu ne?
Ne demişti İsmet İnönü, “Namuslular da en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memleket için kurtuluş yoktur”
İyi hafta sonları diliyorum sizlere. Sağlıkla, sevgiyle, huzurla kalın!