InstagramKöşe Yazarlarımız

Bir Partinin Zaferi Bir Ulusun Sonu Olur Mu?






Köln’ün kalbinde, sıradan bir bina gibi görünen ELDE Müzesi, insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden birine sessiz bir tanıklık ediyor.

Bu müze, yalnızca Nazi rejiminin yükselişini değil aynı zamanda bir ulusun uçuruma nasıl sürüklendiğini anlamamıza da kapı aralıyor.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Almanya halkı, kaynakları tükenmiş bir halde; hiperenflasyon, işsizlik, siyasi istikrarsızlık ve tartışma masasına bile çağrılmadığı Versay Antlaşması’nın acımasız şartlarıyla boğuşuyordu.

Almanya, savaşın sonunda topraklarının yüzde 13’ünü ve ekonomik gücünün neredeyse yarısını kaybetti.

Bu topraklar, Almanya’nın demir üretiminin yüzde 48’ini ve kömür üretiminin büyük bir kısmını oluşturuyordu.

Tazminatların devasa boyutu, zaten dibe vurmuş olan ekonomiyi daha da kaosa sürükledi.

Weimar Cumhuriyeti, İkinci Reichın çöküşünden sonra yeni bir başlangıç olabilirdi. Ancak bu başlangıç, eski düzenin kalıntıları üzerine inşa edilmişti.

Hükümet, demokrasiyi filizlendirme çabasında olsa da halkın desteğini kazanmakta başarısız oldu.

Alman halkının gözünde bu yeni düzen, düşmanların dikte ettiği bir teslimiyetten ibaretti.

Otoritenin eski sahipleri, yeni rejimin kapılarından içeri sızmayı başarmıştı. İkinci Reichın muhafazakâr seçkinlerinin çoğu, benzer güç pozisyonlarında kaldı.

Bu grup daha sonra Hitler‘in şansölye olarak atanmasında çok önemli bir rol oynayacaktı. 1923’te Fransa ve Belçika‘nın Ruhr bölgesini işgali, her şeyin doruk noktasını oluşturdu.

Ruhr, Almanya’nın kalbi sayılan bir bölgeydi, fabrikalar ve stratejik kaynaklar burada toplanıyordu. Fransızlar ve Belçikalılar, ödenmemiş tazminatları telafi etmek için bu bölgeyi işgal ettiler.

Alman işçileri, işgalci Fransız ve Belçika ordularıyla iş birliği yapmayı reddetmiş, hükümetin desteğiyle grevler yapmıştı.

İşçilerin grevleri, yabancı baskıları ve hükümetin para basma politikası, Almanya’yı uçuruma sürüklüyordu.

Ülke, içindeki devrimci atmosfer ve savaşın yarattığı kıtlıklarla boğuşurken, hükümet iki önemli noktada geri adım attı:

Savaşın başlatılmasından sorumlu olmayı kabul etmediler ve eski Kayzer’in yargılanmasını istemediler. Ancak, Müttefikler bu talepleri reddetti ve Almanya’dan tüm şartları koşulsuz kabul etmesini veya savaşa geri dönmesini talep etti.

Alman hükümeti, ödeme yapmak dışında hiçbir seçeneğe sahip değildi. 1920’lerin başında, genel grevi iptal eden Weimar Cumhuriyeti’nin ekonomik ve siyasi çalkantılarından beslenen Nazi Partisi hızla güç kazandı.

1923’te parti üyeliği 55 bine ulaştı.

Hitler, toplumu yönlendirebilmek için onlara bir şeyler vermesi gerektiğini biliyor, yoksa onları kaybedeceğini biliyordu.

Bu sebeple, bu dönemde destekçilere çeşitli iş imkânları sunuldu. Muhafazakâr seçkinler ve Nazi Partisi’nin ortak bir düşmanı vardı: siyasi sol.

27 Şubat 1933’teki Reichstag Yangını, Nazi Partisi’nin iktidarını sağlamlaştırmak adına önemli bir dönüm noktasıydı.

Yangın halkı büyük bir korku ve paniğe sürükledi. Bu olay, Nazi propagandasının temel taşlarından birini oluşturarak, artık, insanlar herhangi bir suçlama olmadan ya da yalnızca Nazi rejimi için tehlike arz ettikleri için tutuklanabiliyorlardı.

Sonuç olarak, 4 bin kişi tutuklandı. Yangın sonrası ilan edilen Acil Durum Kararnamesi, Weimar Cumhuriyeti’nin demokratik yapısını yerle bir etti.

Temel haklar askıya alındı, ifade özgürlüğü kısıtlandı ve muhalefet üzerinde baskı kurulmaya başlandı.

Nazi Partisi, 25 maddelik programıyla toplumu çeşitli kesimlere hitap ederek geniş destek kazandı. İşçi sınıfına vaat ettikleri toprak dağıtımı Nazilerin kitlelere yönelik vaatlerinin temelini oluşturuyordu.

Orta sınıf ve burjuvazi, Nazi Partisini destekleyerek, kendi çıkarlarını koruma amacı güdüyordu. Nazilerin 1933’te Almanya’da iktidara gelmesiyle birlikte, Almanya ciddi bir işsizlik kriziyle karşı karşıyaydı.

Altı milyondan fazla insanın işsiz olduğu bu dönemde, Naziler seçim kampanyalarında işsizliği azaltma vaadinde bulunmuşlardı.

Gerçekten de 1934’e gelindiğinde işsizlik 3,3 milyona düşmüş ve 1938’de Naziler, Almanya’da artık işsizlik olmadığını iddia etmişlerdi. Yüzeysel olarak bu, Nazilerin işçilerin istihdamını artırmada başarılı olduğunu gösterebilir.

Nazilerin işsizlik rakamlarını manipülasyonla ve zorbalıkla kontrol altına alıp bunu bir başarı öyküsü olarak sundular.

Bu, halkı ekonomik refah vaatleriyle kandırmanın yanı sıra, diktatörlük rejiminin ekonomiyi nasıl bir araç olarak kullandığının da çarpıcı bir örneğiydi.

Naziler, 1933’te sendikaları yasaklayarak ve liderlerini tutuklayarak işçi hakları üzerinde tam bir hakimiyet kurdu.

Bu boşluğu doldurmak için, Alman Emek Cephesi adında merkezi bir Nazi ‘sendikası’ oluşturuldu.

Bu yapı, işçilerin çalışma saatlerini, ücretlerini ve çalışma koşullarını sıkı bir şekilde denetleyerek iş gücünü tamamen kontrol altına aldı.

Nazilerin işsizlikle mücadeledeki ‘başarı olarak sundukları durum, esasen siyasi muhaliflerin, azınlıkların ve kadınların çalışma hayatından sistematik olarak dışlanmasıyla mümkün olmuştu.

Bu gruplar istihdam verilerinden çıkarılarak, ‘sıfır işsizlik algısı yaratıldı. Ancak, çoğu kişi istihdam edilse de ücretler Wall Street Çöküşü öncesi seviyelerinden daha düşük bir düzeyde sabitlendi ve bu rakamlar müzakerelere kapalıydı.

Birçok kişi, savaş sonrası bu sebeplerle işçi olarak veya fabrikalarda çalışmaya zorlandı. Çalışmayı reddedenler “işten kaçan” olarak kaydedildi ve Gestapo‘nun korkunç işkencelerine veya toplama kamplarındaki insanlık dışı koşullara maruz kaldı.

Naziler ayrıca basında açıkça karşı çıkılamayacaklarından emin olmak için adımlar attılar. 4 Ekim 1933‘te, tüm editörlerin Aryan olması gerektiği ilan edildi.

Sansür artırıldı ve aktif olarak Nazi karşıtı materyal yayınlayan herkes tehdit edildi veya hapse atıldı.

Nazi Partisi‘nin amacı, Almanya’yı genişletmek ve Aryan ırkını üstün tutmaktı. “Lebensraum” (yaşam alanı) adı verilen genişleme politikaları, savaş ve işgallerle beslenirken, Hitler’in ırkçı dünya görüşü, Romanlardan, Yahudilerden, Sintilerden ve Aryan ırkına uymayan diğer azınlıklardan ‘temizlemeyi amaçlıyordu.

Engelli bireyleri ve eşcinselleri, yok etme yolunda bir ideolojiye dönüştü.

ELDE Müzesi, yüzlerce insanın hayatını kaybettiği katliamların yaşandığı o küçük arka bahçeyi bir sanatçıya emanet etti.

Sanatçı, bahçenin dört duvarını boydan boya bir aynayla kapladı.

Bahçeye adım attığınız anda, yalnızca siz varsınız.

ELDE‘nin her köşesi hem bireysel hem toplumsal hem de uluslararası siyaset normlarına karşı duyduğumuz sorumluluğumuzu hatırlatan derin bir yankıdır;

Geçmişi unutma, ona yüzleşerek tanıklık et ve aynı hataların bir daha tekrarlanmaması için elinden geleni yap…









Başa dön tuşu