InstagramKöşe Yazarlarımız

İstanbul Sözleşmesi İle Kurumsal Dönüşüm






Clarissa Estes, “Kurtlarla Koşan Kadınlar” adlı eserinde Sayfa 18 şöyle der:

Çocuklarını istismar eden ana babalara yalnızca ‘katı’ denildiği; iliklerine kadar sömürülen kadınların ruhsal yaralanmalarına ‘sinir krizi’ adı verildiği; sımsıkı korselere sokulan, sımsıkı gemlenen ve sımsıkı dizginlenen kız ve kadınların ‘edepli’, ‘zarif’ görüldüğü bir zamandı ve hayatın sayılı anlarında yakalarını kurtarmasını beceren diğer kadınlar ise ‘kötü’ damgası yediler…

Kadınlar, bu dayatmaları reddedip seslerini çıkardıklarında ne olur?

Devletin ve kurumların temeline kadar sinmiş “erkek egemen” düzen, kadını susturmanın yollarını yeniden bulur. El birliğiyle damgalarlar, dışlarlar, terör estirirler…

Kadınların, çocukların, dezavantajlı olan tüm bireylerin şiddeti görür görmez tanıyabilmesi gerekir.

Şiddetin tüm türlerini tanımadan bu sorunla yüzleşmek mümkün değildir. Şiddet, yalnızca fiziksel şiddeti değil, cinsel, ekonomik, psikolojik ve dijital şiddet gibi farklı biçimlerini de kapsar.

Şiddet, bireysel bir zaaf ya da ani bir öfke patlaması değildir. Öğretilen ve nesilden nesle aktarılan ve eşitsizlikten beslenerek galibi olunmak istenen bir iktidar savaşıdır.

Bu durum, iş hayatında, evde, sosyal medyada; kısacası bir canlının var olduğu her alanda kendini göstermektedir.

Bu dönüşümün gerçekleşmesi için en büyük sorumluluk, elinde yasaları uygulama ve kaynakları yönetme gücü bulunan devletlere düşmektedir.

Bu nedenle, şiddetin önlenmesi yalnızca bireyleri eğitmekle mümkün olamaz; toplumun genelinde eşitsizliği ve ayrımcılığı üreten, savunan zihniyetin köklü bir dönüşüme uğratılması gerekir.

İstanbul Sözleşmesi tam da bu noktada, şiddeti bir bireysel sorun olmaktan çıkarıp, yapısal boyutuyla ele almış ve şiddeti üreten kurumsal zihniyetin kökten değiştirilmesini hedeflemiştir.

Şiddetin, devletlerin politikalarında, hukukun uygulamalarında ve sosyal normlarda kök saldığını kabul eder.

Kadınlara yönelik şiddeti ortadan kaldırmanın yolu, bu yapısal bozukluğu ortadan kaldıracak bir toplumsal dönüşümden geçmektedir.

Ancak bu dönüşümün gerçekleşmesi, şiddetin kamusal ve özel alandaki her biçimine karşı kararlı bir iradeyle mücadele edilmesini gerektirir.

Devletin yapısını oluşturan hukuk, kurumlar ve politikalar, “erkeklik” kavramıyla şekillenmiş, onun değerlerini yansıtarak varlıklarını sürdürürler.

Örneğin, yasaların cinsiyet eşitliği sağlamak yerine çoğu zaman geleneksel toplumsal rollerin devamlılığını desteklediğini görmekteyiz.

Kadına yönelik şiddetle ilgili hafifletici sebeplerin kullanılması, namusa dayanan davaların meşrulaştırılmaya çalışılması, bu yapıların erkek egemenliğini nasıl yeniden ürettiğini ortaya koymaktadır.

Namussuzluk” gibi kavramlarla yapılan suçlamalar, kadınların temel insan haklarına yönelik en büyük engellerden biridir.

Kadın bedeninin “namus” olarak tanımlanması, erkek egemen zihniyetin şiddet mekanizmasının bir sonucu olarak karşımıza çıkar.

Kadınlara, çocuklara ve LGBTQ bireylere yönelik şiddet suçlarının büyük bir kısmı aile içinde, aile adına ya da ailenin katılımıyla işlenmektedir.

Bu durum, aile kavramına yüklenen kutsallıkla, erkek egemen düzenin en güçlü tahakküm alanlarından biri haline gelmiştir.

İstanbul Sözleşmesi, şiddetin bu en “görünmez” biçimlerinden olan ev içi şiddeti açığa çıkarırken ve devletlere, koruma mekanizmalarını oluşturma ve uygulama konusunda bağlayıcı yükümlülükler getirerek uygulama zorunluluğu getirmektedir.











Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu