Kavruk Mayısın, Kalemden Tuşları

Bazen her şeyin ilki, hiç beklemediğin anda, hiç beklemediğin zamanda gerçekleşirmiş insan yaşantısında. Tıpkı hiç beklemediğin anda gerçekleşen sonlar gibi.
Benim de “ilk”im kavruk Mayıs’ın yirmi ikisinde oldu. Lefkelinin Teoman abisi tarafından…
Beyaz bir poşet tutuşturuldu elime, bilgisayarın kablolarının, klavyelerin olduğu bir poşetti. Kucakladım poşeti tıpkı bir bebek gibi, koyuldum yola. Yüzümde aptal bir gülümsemeyle yürüdüm çarşının sokaklarında ve en az kavruk Mayıs kadar ısınmıştı içim.
Bütün ilk’lerime, sonlarıma şahit olan Lefke’de hem de…
Bugün kalemim size küçücük ekrana değil, kocaman bir bilgisayar ekranından sesleniyor.
Demiştim size; şairin, yazarın mülksüzü makbuldür diye…
Son yıllarda, özellikle otuzlarımdan sonra, şansa ve insanlığa olan inancımı kaybettim. Bu yüzden aklım ve ruhum çocukluğuma, yani doksanlara hep hasret duyuyor. İstemsizce o döneme evriliyorum.
O dönemin aşklarına, dostluklarına, insan ilişkilerine, şarkılarına, filmlerine… Aklınıza ve ruhunuza gelebilecek her şeyiyle şimdiyi kıyaslamadan duramıyorum.
Size çok arabesk gelecek ama çocukken abiler, son ses müzik açıp dayanırlardı sevdiklerinin kapısına. Büyük kavgaları ve hırpalandıkları anlara rağmen yine de uslanmaz, yine yeniden aynı eylemi yaparlardı.
Yazarken bile aklıma gelen olaylar ve yüzümdeki gülümsemeyi size nasıl anlatabilirim ki?
Ve onları görüp “Ben de büyüyünce böyle bir aşk istiyorum” derdim ısmarlama gibi.
Halbuki aşk nedir bilmezdim bile hem de aşk sipariş edilebilen ısmarlama bir şey değildi çocukluk aklı işte.
Bizimle haberler yollanırdı, sonra o haberin cevabı beklenirdi.
Kendimi ve çocukluk arkadaşlarımı o dönemin kısa mesajı ilan ettim.
Gönül bağı, can bağı vardı.
Kimse kimseyle sonu düşünmezdi, sonsuzluğu düşünürdü.
Herkes herkesin hayaliydi, en sevdiği şiiri, en sevdiği şarkısıydı.
Herkesin bir şarkısı vardı. O malum ayrılık zamanı geldikten sonra sahiller, sokaklar o şarkılarla inlerdi.
İnsan ilişkileri masal gibiydi. Birinin bir şeyi eksikse, diğeri sessiz sedasız o eksiği tamamlardı.
Tıpkı bugünün Teoman abisi gibi.
Siyasiler mecliste birbirini yer, mesai bittiğinde görüşü ne olursa olsun, kahvede tavla oynayıp şarkılar, türküler, besteler yaparlardı.
Biri düşmüşse, diğeri muhakkak bir şekilde tutardı o eli.
Dedikodu kısmını saymazsak, bu şehir bilmeden sosyalist bir yaşam sürmüştü.
Her şey çok değişti.
Dedikodu dışında…
Bugün eski ve yeri bende başka olan Nalan öğretmenimle karşılaştım.
Bana söylediği bir söz hâlâ daha zihnimde:
“Sen bu çağa ve buraya fazlasın” dedi.
Ben de tam aksini söyledim; “Hayır hocam, fazla değilim. Dümdüz; ben bu çağa ait değilim” dedim.
Evet, bu çağa ait değilim. Ait olduğumu hissetmiyorum.
Ben hâlâ eskilerde takıldım.
Ben hâlâ doksanlardayım.
Ve hâlâ bütün AVM’lere, süpermarketlere inat direnen bakkal dükkânıyım.
Ama çok yoruldum.
Bu çağdan, ne istediğini bilmeyen güruhtan; birbirini yiyen, düşman olan, nefret kusan toplumlardan…
Özellikle de aşkı, sadakati, beklemeyi, özlemeyi ve ayrılığı bile bilmeyen kalplerden…
Zaman geçtikçe toplumsal çürümenin ve sevdasızlığın zirvesini yaşıyoruz.
Bu zamane insanlarının modern ve yeni nesil yaşantısı olsa da bizim gibi hissedenlerin karanlığı…
Ama en azından şu konuda müsterihim:
Biliyorum ki hâlâ bir yerlerde ruhu benim gibi bakkal dükkânı olanlar, gece radyo yayınlarında kaybolanlar, iyilikten vazgeçmeyenler var.
Yarım kalmışların şarkıları, şiirleri var.
Bizi bizden başka kimse anlamayacak, anlayamayacak.
Bu his yalnızlığa mahkûm etse de bizi, unutmayın:
Biz, en güzel hislerimizle sonsuz olacağız.
Öperim hırpalanmış kalbinizden.