Kıbrıs’ın “Türkiye Sorunu”

Kıbrıs tarihine yakından baktığımızda, “Kıbrıs Sorunu” diye bir sorunun olmadığını, bunun yerine Kıbrıs’ın “Türkiye Sorunu” olduğunu görürüz.
1950’li yıllarda, Doktor Fazıl Küçük başta olmak üzere Kıbrıs Türk toplumu temsilcilerinin Türkiye’ye yaptıkları ziyaretlerde, Türkiyeli yetkililer “Bizim Kıbrıs sorunu diye bir sorunumuz yoktur” söylemini yapmaktaydılar.
Bu ziyaretlerde bulunan, Doktor Fazıl Küçük’ün en yakın çalışma arkadaşlarından Necati Sağer ile Londra’da yaptığım bir sohbette bana, “Türkiye hükümet yetkilileri ile randevu almak için araya onlarca kişiyi koyar ve görüşme talep ederdik. Bin bir zorlukla aldığımız randevulara rağmen, saatlerce kapılarının önünde bizleri bekletirlerdi. Bu bekleme süresinde, Doktor sigaranın birini yakar, birini söndürürdü. Odanın içi ve koridorlar filtresiz sigara gutsullisi (izmarit) dolardı…” demişti.
Türkiye’nin, Kıbrıs’a ilgisi İngilizlerin teşviki ile başlar.
Özellikle, EOKA’nın Yunanistan’a bağlanma (Enosis) talebiyle 1 Nisan 1955 yılında faaliyete geçmesi ile birlikte, Türkiye yetkilileri olaya dahil olmaya karar verirler.
Bu amaçla Kıbrıs’ın geriye alınması (Kıbrıs İstirdat Planı) Seferberlik Tetkik Kurulu (kontrgerilla) tarafından hazırlanarak, Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulur ve Kıbrıslı Türk gençler Ankara’daki Zir Kampı’nda eğitilerek, bir yandan da adaya silahlar gönderilmeye başlanır.
Tüm bu çalışmalardan İngilizlerin haberdar olduklarını, TMT’nin ilk komutanı Rıza Vuruşkan, yazılarında açıkça ifade etmiştir.
1960’ta Kıbrıs Cumhuriyeti’nin NATO planları çerçevesinde kurulması ile beraber, Türkiye garantör ülke statüsü kazanmıştır.
Provokasyonlarla 1963 Aralığı’nda başlatılan toplumlararası çatışmalarla birlikte, TMT tamamıyla Türkiyeli yetkililerin kontroluna girerek, iki toplumun ayrışması süreci hız kazanmıştır.
1974’te ise Türkiye garantörlük sorumluluğunun arkasına saklanarak ve askeri güç kullanarak adanın yüzde 37’lik toprağını ele geçirmiştir.
Türkiye kuzeyde etnik temizlikle birlikte, nüfus taşıyarak adanın demografik yapısını değiştirmiş, sürdürdüğü kolonicilik siyaseti ile tam bir işgal düzeni yaratmıştır.
“Çözümsüzlük çözümdür” stratejisi ve İngilizler ile NATO’nun desteğini arkasına alan Türkiye, Kıbrıslı Türkleri siyasi rehine olarak kullanarak, görüşme süreçlerinde konumunu sağlamlaştırmıştır.
Gelinen siyasi durumda, Türkiye değişmeden, Kıbrıs’ta herhangi bir siyasi değişimin olması mümkün değildir.
Küresel güçlerin memuru olarak, 2000’li yılların başında Türkiye’de iktidar yapılan Erdoğan–AKP İktidarı, küreselcilere hizmet ederek, onların istediği değişimi yapmaya başlamıştır.
“Bana emir komuta merkezim papaz elbisesi giy derse giyerim” diyen Erdoğan, aslında bu gerçeği ifade etmiştir.
ABD orjinli küresel güçlere, en iyi hizmeti sunan Erdoğan–AKP İktidarı, yanlarına, 1950’li yıllardan beri bu güçlerin emrinde olup, milliyetçiliği malzeme olarak kullanan MHP’yi de alarak, “Türkiyelilik” hedefi ile ülkeyi küresel güçlere açmışlardır.
Özelleştirme adı altında ülkenin tüm kaynakları ve üretim araçları bu güçlere peşkeş çekilmiş, Türk ordusu darbe senaryoları ile ele geçirilmiş, medya tamamen iktidarın sesi olmuş, demokratik işleyiş yerine tek adam rejimi getirilmiş ve yargı siyasetin emrine verilerek, yönetimin baskıcı sopasına dönüştürülmüştür.
Devlet borçları 700 milyar dolara kadar çıkar, istikrarsız ekonomi nedeniyle enflasyona bağlı insanlar fakirleşirken, iktidara yakın çevrelerin rüşvet, ihale yolsuzluğu, uyuşturucu kaçakçılığı ve kara para aklama işleri ile zenginleşmeleri olağan hale gelmiştir.
Tüm bu yaşananlar olumsuz gibi görünse de aslında ABD orjinli küresel güçlerin istediği de tam bu ortamdır.
Gerici bir eğitim ve din afyonu ile uyutulan, karnı aç olmasına rağmen hala daha şükredip, Erdoğan–AKP iktidarına biat eden, iktidarın medya kurumları tarafında her gün beyni yıkanan, tutuklanma korkusu ile yaşayan Türkiye insanına artık her şey yaptırılabilir.
Hükümet ortağı MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin, küresel güçlerin talimatı ile başlattığı “Barış Süreci’ndeki” açıklamaları bu sürecin itirafıdır.
“Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye şehit edebiyatı ve Kürt düşmanlığı üzerinden oy devşiren Devlet Bahçeli şimdi “bebek katili” dediği PKK lideri Abdullah Öcalan’ı mecliste konuşma yapmaya davet edebilmektedir.
Bu daha başlangıç olup, sırada yeni bir Af Yasası ile siyasi rehine olarak hapiste tutulan, Halkların Demokratik Partisi Başkanı Selahattin Demirtaş’ın hapisten çıkarılarak, Kürt hareketinin başına getirilmesi vardır.
Küresel güçlerin bol bol kullandığı tek adam rejimi de süresini doldurduğundan, etnik temelde kurulan partilerin de yer alacağı “Türkiyeliliği” hedef alan yeni bir anayasa ile parlamenter sisteme geçiş için de çalışmalar başlatılmıştır.
“Eyaletleşme” hedeflenenler arasında olup, kuzey Suriye ve kuzey Irak’taki Kürt oluşumlarını da içerecek bir yapılanma ile Türkiye’nin bölünmemesi için siyasi bir adım olarak düşünülmektedir.
Ekonomide yaşanan istikrarsızlığı önlemek için, Arap sermayesi başta olmak üzere, küresel güçlerin kontrol ettiği sermaye gruplarını Türkiye’ye çekmeyi amaçlayan “Kanal İstanbul Projesi” gibi adımlarla ekonomide tamamen küresel güçlerin sistemine geçiş öngörülmektedir.
Bu noktadan sonra Türkiye yetkililerinin “milli dava” dediği Kıbrıs konusunda bir açılım bekleyebiliriz.
Küresel güçlerin bölgemizle ilgili planlarını analiz ederek, adımlar atılması gerektiğinin işaretlerini, Kıbrıs Cumhuriyeti makamlarının ABD başta olmak üzere küresel iş birliklerine girmesinde görmekteyiz.
Önemli olan ise Kıbrıslıların ortak vatan yaratmak için birlikte hareket etmesidir.
Kıbrıs’ın her iki yanında da sorunun hala daha iki toplum arasında olduğunu düşünen aptalların olması gerçekten üzücüdür.
Kıbrıs’ın Türkiye sorunu çözüldüğü anda kendimizi boşlukta bulmamak ve yeni bir çatışma ortamından ülkemizi korumak için siyaseti doğru okumalıyız.
Unutmayın ki saat çalışıyor ve hiçbir işgalci Kıbrıs’ta sonsuza kadar kalamadı.