Çağdaş Sanata Müzik Üzerinden Bakmak
Schopenhauer, tüm sanat dallarının, müziğin ulaştığı hedefe ulaşmaya çalıştığını söylemişti.
Bu ifade sıklıkla tartışmalara yol açtı ve pek çok yanlış anlaşılmaların da nedeni oldu. Ancak bu bakış açısı önemli bir gerçeği ifade ediyor: müziğin soyut niteliği.
Bu düşünceye göre müzik, hatta neredeyse sadece müzik, sanatçının başka amaçlarla ortak kullanılan bir iletişim ortamına müdahale etmeden, doğrudan duygulara hitap edebiliyor ve bunu notaları bileştirerek soyut sesleri bir araya getirerek başarabiliyor.
Bir müzik bestecisi, kendi bilincinden yola çıkarak bir his ile duygularını dinleyiciye aktarabiliyor. Bu romantik bir duygu da olabilir korku, acı, iğrenç hissetme ya da huzursuzluk da… Notaların birleşimi tüm bu duyguları harekete geçirebilir.
Müziğin aksine, geleneksel anlamda diğer sanat alanlarından beklenti ise sadece ‘estetik’ ve ‘güzellik’ duyularını ortaya çıkarmasıydı. Bir başka değişle memnun etme arzusuydu.
Sanat, en genel ve basit şekliyle “hoş biçimler yaratma çabası” olarak tanımlanırdı. Halbuki çağdaş sanatın ortaya çıkması ile estetik kaygının ötesinde başka duygulara da dokunulmaya başlandı.
Hisler soyut biçimlerle ve kavramlarla da anlatılmaya başlandı. Müziğin en baştan beri yaptığı ve kabul ettirdiği her türlü duygu durumunu artık diğer tüm sanat dalları da özgürce yapabiliyor. Ve izleyici bunları kendi algısı çerçevesinde istediği gibi alabiliyor.
Duyu algılarımız arasındaki biçimsel ilişkilerin birliğini veya uyumunu hissettiğimiz zaman duygularımız da tatmin oluyor.
Bunu göz önünde bulundurduğumuz zaman tüm duyuların değişken olabileceğini, farklı tanımlar ortaya çıkarabileceğini ve yorumların da izleyicinin konuya bakış açısına bağlı olduğunu söyleyebiliriz.
Bu, heykel, resim, fotoğraf, mimari yapı vb. sanat eserleri ile izleyici arasında gelişen bir iletişim biçimi olarak düşünülebilir.
Hepimiz olayları farklı görüyor ve yorumluyoruz. Tüm insanlar biricik ve tektir ve bu nedenle duygular, hisler ve yorumlar aynı olamaz. Bu farklılaşma, istesek de istemesek de miras aldığımız kodlarımızdan ve altyapımızdan kaynaklanmaktadır.
Dilimiz, cinsiyetimiz, etnik kökenimiz, inançlarımız, normlarımız, alışkanlıklarımız bizi biz yapan olgulardır. Dolayısıyla müzikten, şiirden, edebiyattan, resimden aldığımız duyular da bu etnosentrik yapıya göre şekillenmektedir.
İşte bu yapı içerisinde geliştirdiğimiz ve farkında olarak veya olmayarak tuttuğumuz birtakım yargıları ve kalıpları yıkarak düşünmeye başladığımızda görme algımız da değişecek, özgürleşecektir.
Çağdaş sanat eserlerini incelerken her türlü duygumuzu açarak, soyut işlere de ‘özgürleşerek’ bakmak büyük bir keyif. Ranciére’in dediği gibi “eylem konusunda birtakım kısıtlamalara ve hiyerarşilere tabi olduğu varsayılan kişilerin seyirciye dönüştürülmesi, toplumsal konumların altüst edilmesine katkıda bulunabilir pekâlâ.
O halde seyircinin özgürleşmesi demek, seyircinin gördüğüne ilişkin ne düşüneceğini ve ne yapacağını kabul etmek demektir” (J. Ranciére, Özgürleşen Seyirci, Metis Yayınları, 2021)
Hazır yeri gelmişken, 22 Haziran’a kadar devam edecek olan harika bir sanat etkinliği var: Eklektik Manifest. Lefkoşa Türk Belediyesi‘ne bağlı Arkhe tarafından organize edilen ve bazı sponsorlar tarafından finanse edilen yurt dışında yaşayan Kıbrıs kökenli sanatçıların Diaspora temalı işlerini ve performanslarını çeşitli istasyonlarda görebilirsiniz.
Daha detaylı bilgi için aşağıdaki linkten daha fazla bilgi edinebilirsiniz.
https://www.lefkosabelediyesi.org/haberler/eklektik-manifest-lefkosa-bienaline-giris-projesi-22-hazirana-kadar-baskent-lefkosada-devam-ediyor