InstagramKöşe Yazarlarımız

Kimler Devlet Sayılacak? ABD’nin Yolu Takip Edildi Mi?






Amerika‘nın öncülük ettiği demokrasi, insan hakları ve uluslararası hukuk gibi “evrensel” değerler, kriz anlarında ilk terk edilen ilkelere dönüştü. Hatta giderek, işgal, ilhak, çifte standartlı hukuk ve keyfi yaptırımlar gibi uygulamalar, neredeyse istisna olmaktan çıkar hale geldi.

Peki, dünya bir kez daha ABD’nin yolundan mı gidecek, yoksa kendi yolunu mu çizecek?

Bu değerlerin aşınması bir günde olmadı; ardı ardına gelen krizler, düzenin sürdürülebilirliğini tek tek sarstı. 11 Eylül’den bu yana ‘terörle mücadele’, dış müdahalelerin meşruiyet aracı haline geldi.

2008’deki küresel ekonomik kriz, sistemin eşitsizlik ürettiğini çıplak biçimde gösterdi. 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve ardından gelen Ukrayna Savaşı, Filistin-İsrail savaşı ise, “çok taraflılık” ve “evrensel normlar” gibi ilkelere son darbeyi vurdu. Ukrayna, Grönland, Filistin… Her biri gidilmek istenen geleceğin aynaları.

ABD, BM ve NATO gibi kurumları uluslararası düzenin temel taşları olarak öne çıkarırken, aynı zamanda bu yapıların işlevselliğini ve meşruiyetini de aşındırdı.

NATO, ABD’nin bireysel politikalarının bir propaganda aracına dönüştürüldü; insan hakları söylemi ise yalnızca çıkar odaklı durumlarda gündeme getirilerek evrensellik iddiası zedelendi.

BM ise Filistin ve benzeri ülkelerde yaşanan açık savaş suçları karşısındaki kısıtlı etki alanıyla prestijini büyük ölçüde kaybetti. Kurumlar varlığını sürdürüyor olsa da temsiliyet güçleri çökmüş durumda.

Öte yandan, bu düzenin getirdiği normlara hiçbir zaman tam olarak entegre olmamış Rusya da bu değer krizinin dışında değil.

NATO’nun doğuya genişlemesine sert tepki gösterirken, Ukrayna’da “self-determinasyon” ilkesini açıkça yok sayarak, kendi işgalini meşrulaştırmaya çalışıyor. Ve bunu önleyebilecek herhangi bir küresel organ yok.

Bu durum, evrensel değerlerin yerini giderek çıkar odaklı keyfiliğin aldığını düşündürüyor.

Tüm bu gelişmeler gösteriyor ki, “iş birliği” ve “bağımsızlık” gibi kavramlar, küresel düzlemde yeniden tanımlanıyor. Ve bu tanımlama süreci artık pratikte; sahada, savaşta, krizde karşımıza çıkıyor.

Küresel kurumların yanında ulus-devletlerin de tanımı değişiyor. Bu dönüşüm, en belirgin şekilde üç temel alanda kendini gösteriyor;

Askeri teknoloji, enerji arz güvenliği ve ekonomik bağımsızlık. Her biri, egemenliğin günümüzde nasıl ölçüldüğünü belirleyen yeni kriterler haline gelmiş durumda.

Bugün ulus-devletler, bu alanlarda bağımsızlıklarını garanti altına almadıkları takdirde, küresel sahnede “gerçek bir özne” olarak kabul edilmiyorlar.

Örneğin Türkiye’nin savunma sanayii yatırımları, bu eğilimin bölgesel bir örneğini oluşturuyor. Benzer şekilde, Yunanistan, İsrail ve Mısır gibi Akdeniz aktörleri de dış güvenlik stratejilerini kolektif ittifaklar yerine, ikili veya kendi bölgesel kapasiteleriyle şekillendiriyor.

Doğu Akdeniz’deki doğalgaz rekabeti, Çin’in Kuşak-Yol politikası, AB ve ABD’nin enerji koridorlarını yeniden şekillendirmesi –tüm bu gelişmeler, devletlerin küresel pazarlardan değil, doğrudan kendi askeri ve ekonomik güç kapasitelerini kullanma eğilimlerini gösteriyor– yeni bir gerçekliği doğuruyor;

İş birliği artık bir tercihten çok, zorunlu bir boyun eğmeye dönüşüyor. Güç, küresel ittifaklar ve uluslararası normlar yerine, devletlerin kendi stratejik çıkarları doğrultusunda şekilleniyor ve her adımda egemenliklerini pekiştirme amacını taşıyor.

Tüm bu gelişmeler, Kıbrıs’ın gelecekteki konjonktürünü de büyük oranda şekillendirecek. Çünkü devlet olmanın yeterliliğini gösteren etkenlerin, Akdeniz’deki dinamiklerin ve politika gündemlerinin yeniden tanımlanması, Kıbrıs’a dair yeni göstergeler sunuyor.

Bu noktada Avrupa Birliği özel bir konumda duruyor. Yükselen otoriter rejimlerin etkisi ve Brexit gibi ayrışmalar, AB’nin hem birliğini hem de temsil ettiği değerleri test ediyor olsa da demokrasi, insan hakları ve iş birliği gibi kavramlara tutunmaya devam ediyor.

Bu ilkesel direncin kendisi, aynı zamanda global ölçekte diğer devletlere de bir referans noktası sunuyor.

Çünkü bu değerler zemini üzerinden kurulan yeni ittifaklar ve bölgesel yakınlaşmalar, içinde bulunduğumuz bu çalkantılı dönemde ciddi bir dengeleyici bir rol oynayabilir.

Ulus-devlet’in yeniden tanımlandığı ve merkeze alındığı, küresel iş birliğinin sorgulandığı bu dönemde, Kıbrıs sorunu da yeniden tanımlanacak. Bu adada yalnızca geçmişin değil, geleceğin politikaları da yapılmalı çünkü bu yükselen ulus-devlet paradigmasının sonucu sınırları da kökten değiştirecek.

İşte tam da bu sebepten, bu dönüşüm ulus-devletlerin sadece boyun eğdiği bir süreç olmamalıdır.

Devletler, yalnızca kabul etmekle yetinmemeli; aksine, egemenliklerini pekiştirip, ortak değerleri savunacak bölgesel ve küresel iş birliği mekanizmalarını hem kurmalı hem de mevcut olanları sahiplenmelidir.

Çünkü bu değerlerin her biri, derin bir tarihsel birikime dayanmaktadır.

Afiyetle kalın.











Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu