Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Başkanı Tufan Erhürman, halkın yorulduğunu ve bu yüzden sokağa dökülmediğini söyleyerek, vatandaşlıklardan karma evliliklere, ekonomiden TL ile ithalata kadar birçok konuda değerlendirmelerde bulundu
Erhürman: Halkı sokağa çağırıyoruz ama halkta da yorgunluk var
Özgür Web TV‘de yayınlanan “Özgür Yorum” programında Damla Dabis‘in sorularını yanıtlayan Erhürman, toplumun son dönemde sokak eylemlerine neden yüksek katılım göstermediğiyle ilgili değerlendirmelerde bulundu.
“Halkı sokağa çağırıyoruz ama halkta da yorgunluk var” diyen Erhürman, “İnsanlar ger gün bir sürü abuk subuk şeylerle muhatap oluyor, alım gücü düşmüş. Sokak eylemi halk açısından büyük bir yorgunluğun üstüne gelen bir noktada duruyor” dedi.
“Bu sandıklarda bir tepkinin ortaya koyulacağını ben sokakta görüyorum”
Yerel seçimlere işaret eden Erhürman, sandıkta toplumun iradesini ortaya koyması gerektiğini ancak yerel seçimlerin birinci sandık olacağını çünkü ardından bir de genel seçim sandığı geleceğini kaydetti.
Erhürman, “Bu sandıklarda bir tepkinin ortaya koyulacağını ben sokakta görüyorum. Bu seçim döneminde sokaktayız ve görüyorum; herkesin her şeyi fark ettiği bir dönemi yaşıyoruz. Sokakta, köyde bir kahveye gidip sizin ekstradan anlatacağınız çok bir şey kalmadı. Kıb-tek’te ihaleler konusunda bile gün gün neler yaşandığını herkes rakamlarıyla biliyor, vatandaşlık, kırsal kesim arazileri konularını herkes sizden önce anlatıyor” ifadelerini kullandı.
“Kıbrıs Türk halkı bu şekilde yönetilmeyi kendisine layık görmüyor”
Vatandaşın her şeyin farkında olduğunu, kendilerinin de gidip anlattıklarını, sonuç itibariyle sandıktan çıkacak olan şeyin kendilerine “Kıbrıs Türk halkının iradesi ne yönde?” sorusunun cevabını vereceğini belirten Erhürman, kendisinin sokaktan aldığı nabzın; halkın güçlü şekilde böyle yönetilmek istemediğini ortaya koymaya hazırlandığı yönünde olduğunu söyledi.
Erhürman, “Çünkü bu artık dayanılır bir şey değil. UBP’ye, DP’ye ve YDP’ye oy veren, hatta buralarda görev alan pek çok insandan da duyduğumuz şey aynısı. Kıbrıs Türk halkı bu şekilde yönetilmeyi kendisine layık görmüyor” dedi.
“Yoruldu insanlar. Bu ‘bizim insanımız duyarsızdır’ meselesinin ötesinde bir şey”
Erhürman şöyle devam etti;
“İnsanlar sokağa çıkıp eylem yapma ve hele de sonuç alma ihtimallerini düşük görüyorlar çünkü bir yorgunluğa sahipler. Külliye protestosu örneğinden de geriye gidelim, hademeler konusu sonuçta nereye geldi; biz muhalefet olarak bunu aylardır Meclis’te konuştuk.
Bir tek cevap duymadım. Sosyal medya da yazdım, Meclis’te konuştum, televizyonlar da anlattım, nereye kadar geldi iş? İş şu anda okullarımızın artık hijyen koşullarının sağlık açısından risk arz edeceği boyuta geldi. Eylemlerde kaç kişi vardı?
Yoruldu insanlar. Bu ‘bizim insanlarımız duyarsızdır’ meselesinin ötesinde bir şey.
“Ezim ezim edildi insanlar., iradeleri allem gallem edildi”
Biz 2020 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden bugüne kadar neler yaşadık bu ülkede, ezim ezim edildi insanlar. İradeleri allem gallem edildi, sadece Cumhurbaşkanlığı seçimi de değil, yok kim Başbakan olacaktı, yok öbürü görevden alınacaktı, yok öteki Bakan olacak mıydı, olmayacak mıydı…
Ama ben şunu çok rahat söyleyebilirim; Ben sokaktayım, bir tek insanın ‘Ya bu külliye de harika oldu, iyi ki de yapılıyor’ dediğini duymadım.
Siz bir tek insanın ‘Bu Meclis’in iradesidir, Meclis istedi’ dediğini duydunuz mu? İster UBPli ister CTPli olsun.
“Ben anlıyorum insanların nasıl yorulduğunu çünkü biz de yorulduk”
Nerede konu açılsa herkes kendi arasında bunun çok gereksiz olduğunu, Kıbrıs Türk halkının ve Meclis’in iradesini yansıtmadığını söylüyor.
Sosyal medyada da söylüyor. Ha şunu diyebilirsiniz; ‘Sosyal medyada söylemek kolay hadi eyleme gelin’ ama insanlar hayat pahalılığı konusunun cenderesi altında, demokratik haklarının ikliminin bozulmasının sıkıntısı altında. Siyasette yaşanan gelişmeleri demokratik iradeyle açıklayamıyor oluşunun sıkıntısı altında.
Kurumların, bürokrasinin allem gallem edilmesinin sıkıntısının altında, ezilme noktasına geldi insanlar. Son haykırış beklersin ya, bu haykırışı gösterme kabiliyetinde değil insanlar bu yorgunluk dolayısıyla.
Bakın sendikaların eylemlerine, ki üye portföyleri bellidir. Kaç kişi sokağa dökülebiliyor? Ben anlıyorum insanların nasıl yorulduğunu çünkü biz de yorulduk.
“Biliyor da saklıyor değiller yani bilmiyorlar”
Aynı şeyleri tekrar tekrar yaşıyoruz, söylenecek bir tek söz var; bunların hepsi bir zihniyetin ürünüdür. Bu zihniyete dur diyecek mi halkımız? ‘Bunu kabul etmeyiz, bu kadarı da olmaz’ diyecek mi? Soru bu.
Ben sahada görüyorum ki; evet diyecek. Herkes diyor ki; ‘Siz Meclis’te konuşuyorsunuz, biz sinirleniyoruz, duvara konuşsanız duvar yıkılacak ama bunlar duvardan beter’
Örneğin protokol konusunda; Meclis’te soruyoruz ‘Bu rakam nedir, neyin karşılığıdır?’ diye, Bunlar bile cevapsız kalıyor. Yani bilgi düzeyinde de cevap yok. Biliyor da saklıyor değiller yani bilmiyorlar. Tepki göstermemiz gereken şey bu.
“Endişem de şuydu; işçi hakları ve çocuk hakları”
Temizlik işçisi olan bu insanların bir kısmı en son Eylül’de maaş aldı. Bu insanlar sendikalı olmak istediler. Kamu-iş sendikasına üye oldular ve Kamu-iş de Toplu İş Sözleşmesi çerçevesinde çalışma koşulları yaratmak istedi.
Ben aylardır bu konuyu çok özel olarak takip ediyorum. Endişem de şuydu; işçi hakları ve çocuk hakları.
Çünkü bu insanlar işçi, özel sektörde çalışıyorlar ve aldıkları maaş asgari ücreti bir tık bile geçmiyor. Sosyal sigortalarının zamanında yatıp yatmayacağını bilmiyorlar, maaşlarını dahi zamanında alıp almayacaklarını bilmiyorlar, ilgili şirketin sözleşmesi bittiği zaman sonraki şirket onlarla çalışacak mı bilmiyorlar.
“Böyle gayri insani koşullarda nerede çalışıyorlar? Kamuda”
Böyle bir tehlikenin altında oldukları için izin haklarını da kullanamıyorlar, hasta raporu almak hak getire, sürekli endişeyle yaşıyorlar, böyle gayri insani koşullarda nerede çalışıyorlar?
Bu gayri insani koşullarda hastanelerde ve okullarda çalışıyorlar. Yani kamu hizmeti dediğimizde hukuk derslerinde her öğrencinin ilk aklına gelecek olan iki sektörün; sağlık ve eğitim. Kamu hizmetlerinin ana merkezleri.
Muhalefet olarak öneri yapıyoruz; oturun bu insanlarla protokol imzalayın, şirketlerle çıkılacak ihalelerde şartnamelere çalışanlar işe girme hakkına ilk sahip olacak olanladır yazın, izin hakları, maaşları, primleri zamanında yatacak diye ekleyin.
Teklif atacak olan şirket bilsin ki; bu şartları yerine getirecek. Bunun için biraz daha fazla para isteyecekse isteyecek ama insanlara insanca yaşam koşulları sağlayacağız. Okul ve sağlıktaki temizlik hizmetlerinin de aksamamasını sağlayacağız.
“Önce temizlik işçileri sersefil edildi şimdi de çocuklar”
Siz yapın diyoruz. Siyaseten bir getiri varsa onu da siz alacaksınız. Yapmazsanız gün gelecek kamu okullarında temizlik yapılmayacak, tuvaletler leş gibi olacak ve çocuklarımız hastalanma riskiyle karşı karşıya gelecek.
Aylardır yok o onunla kavga etmiş, inatlaşmış diye diye önce temizlik işçileri sersefil edildi şimdi de çocuklar.
Üzüldüğüm noktalardan biri de; herkes kendi sorunuyla ilgileniyor. Sanki bu sorun sadece oradaki temizlik işçisinin sorunuymuş gibi. Hem bu işçilerin hem oradaki çocukların sorunu benim sorunumdur. Benim derken Tufan’ın değil burada yaşayan herkesin. Gümbür gümbür geldi sorun ve elimizde patladı.
‘Başka hademe mi göndersek’ noktasına dönecek iş, yani hala sorunu çözmek değil ‘nasıl beceririm de ben haklı çıkarım’ diye düşünen bir zihniyet var.
“Bir de ‘Dünya Çocuk Hakları Günü’ kutlamaları yapıyorlar”
Eğitim Bakanı Nazım Çavuşoğlu Meclis’te ‘Bu hükümet kararı gerektirir’ dedi. Ben de hükümete döndüm ve o günden sonra hep “hükümet” dedim.
Alternatifleri de sunduk ama yok, o insanlar ezim ezim oldu, şimdi de çocuklar ezim ezim oldu. Bir de aferin üç gün önce “Dünya Çocuk Hakları Günü” kutlamaları yapıyor Bakanlar.
Hükümetteki herkes her konuda farklı konuşuyor. Biri diyor ki ‘ben istiyorum Başbakan istemiyor’, Başbakan diyor ki ‘ortağım istemiyor’. Daha da ötesine geçip bazen de ‘filanca Bakanı ya da Belediye Başkan adayını Türkiye istemiyor’ diyorlar.
“3 çocuğum var, iki yumurtayı üçüne bölüyorum…”
Öyledir ya da değildir, bu onun kendi zihniyetini gösteriyor.
Topu sürekli birbirlerine atıyorlar ama gerçek değişmiyor; benim kafama çakılı kaldı o cümle; “3 çocuğum var, iki yumurtayı üçüne bölüyorum…”
Hiç mi vicdanınız sızlamıyor, kamu okullarına giden çocukların pislik içindeki halini gördüğünüzde? Çıkıp demiyorlar bile; ‘Sen ne diyorsun benim vicdanım tabi ki sızlıyor’ diye. Sesleri çıkmıyor çünkü umurlarında değil.
Orada oturan 3-5 vekilin içinin cız ettiğini biliyorum ama içi cız ederek kalıyor, bunun da o çocuklara bir yararı yok.
“Sorun TL’de stabilize olmaması, istikrar sağlanamaması”
Bütün bunların içinde hükümet TC ile yıllardır konuşulan anlaşmayı nihayet hayata geçiriyor, bunun ufak tefek bir takım dokunuşları olabilir ama ben mantığını anlatayım insanlar anlasın diye;
Daha önce neydi? Türkiye’den ürünler dolar üzerinden ithal ediliyordu. Gerçi kimi firmalar zaten hali hazırda TL üzerinden alıyor. Döviz üstünden alındığında, örneğin 3 aylık ödemesi varsa, döviz yükseldikçe fiyatlar da yükseliyordu, şimdi TL üzerinden alacak.
E tamam da daha önce nasıl oluyordu; maliyet + kâr + kur farkı beklentisi. Fiyat belirleniyordu bizde.
Yani fiyatı koyarken, maliyeti 5 TL + 2 TL de kâr koyuyor ve kur değişebilir, getirdiğim malın yerine yenisini koyamayabilirim, bunun için de içinde olayım diye de 2 TL ekliyor ve 9 TL’ye satıyordu 7 TL’ye satacağı şeyi. Şimdi de Türkiye’deki imalatçı ilk satışını TL üzerinden yapacağı için; 7 TL olan şeye 9 TL fiyat koyacak önünü göremediği için.
Diyelim siz peşin aldınız 7 TL’ye ama bu defa da siz kur farkını koyup 9 TL’ye satacaksınız. Çünkü TL ya da döviz üzerinden almak değil, sorun TL’de stabilize olmaması, istikrar sağlanamaması.
“Sürekli ‘çalışıyoruz’ edebiyatı”
O yüzden herkes piyasada kur farkı beklentilerine göre konum alıyor. Fiyatlar bu beklentiyi içerecek şekilde belirleniyor. Hatta bazen zarar da oluyor. Hepsinin sonucunda da piyasa durmadan pahalılaşıyor, her dakika insanların alım gücü geriye gidiyor.
Hükümet olduğunu iddia edenler de bu konuyla ilgili bir tık bir ses ya da ‘şunu yapmaya çalışıyoruz’ diye bir şey duydunuz mu?
Maliye Bakanı Meclis’te bana dedi ki; ‘Fonlar ve KDV’ler üzerinde çalışıyoruz’, sürekli çalışıyoruz edebiyatı.
E aylardır devam ediyor bu sorun. Özellikle temek gıdada, temel tüketim maddelerinde, çocuk bezinde, sütünde KDV ya da fon anlamında ne kadar ne yapabiliyorsanız yapın diyoruz.
Yine aynı şey; siyasi bir kredisi varsa da sana yazılacak. Sen yapmış olacaksın, yap, arkasından da denetle.
“Bunun ‘tanınmaya giden yolda atılan adımdır’ diye yansıtılması gülünecek bir şeydir”
Ben ilk günden söyledim; bizim gerek Türk Devletleri Teşkilatı’nda gerek İslam Birliği Teşkilatı’nda gözlemci üye olarak bulunmamızın ekstra bir getirisi var mı? Minimal de olsa bir getirisi olabilir mi? Olabilir.
Bunların bir Ticaret Odaları toplanacaksa, bizim de odalarımız oraya gözlemci olarak bile olsa gidecekse ve uluslararası platformda bir arada olacaksa; bu bir takım ekonomik ilişkilerin gelişmesi için etki olabilir.
Bu beklenti ne kadar gerçekleşir meselesi de sizin performansınızla ilgilidir.
Hangi uluslararası kuruluş olunursa olunsun, orada bulunmanın zararı olduğunu düşünmedim. Ben bu konuda niye böyle bir şey yaptınız demeyeceğim.
Ama bunun özellikle buradaki siyasiler tarafından ‘tanınmaya giden yolda atılan adımdır’ diye yansıtılması gülünecek bir şeydir.
Bu cehaletse de buna söz yok, bile isteye söyleniyorsa da buna da söz kalmadı. Düşünün, teşkilat üyelerinden bir ülke ertesi gün çıkıp ‘bu bir tanınma kararı değildir’ demek zorunda hissetti kendisini. Bunu da bütün dünya biliyor.
Zaten bunun çok basit bir denklemi var. İster Türk Devleti Teşkilatı, ister İslam Teşkilatı ya da Avrupa Parlamentosu olsun; Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları orada durdukça KKTC’nin tanınması ve herhangi bir uluslararası kuruluşa gerçek anlamda üye olması mümkün değildir.
“52 yaşındayım son 30 yılımı bu iki şeyi anlatmakla geçirdim”
Sanki her üyelikte başka bir dünya kuruluyormuş gibi bunu tartışmaya açmanın nasıl faydası var? İnsanların aklıyla dalga mı geçeceksiniz?
İnsanlar bilmiyorlar mı; BM bir tek Kıbrıs sorununu tanımlamakla kalmadı, çözümü de kararlarında tanımladı.
‘İki toplumlu, iki bölgeli, siyasi eşitliğe dayalı federasyon’ dedi. Bunun dışında bir çözümü de ‘tanımayacağım’ dedi.
Ömrümüzü yedik, 52 yaşındayım son 30 yılımı bu iki şeyi anlatmakla geçirdim.
“Tam da fırsatı işte; ‘Güney Kıbrıs insan haklarını ihlal ediyor’ de”
CTP olarak önerimiz şuydu; bu bir insan hakları sorunudur, Kıbrıs sorununun çözüm modeliyle de ilgili değildir. Doğrudan insanlarınızın insan haklarıyla ilgilidir. Koyun paketinize bunu, oturun masaya, dakika bir bunu çözün.
Çünkü Rum yönetiminin bunu BM önünde savunabilmesi de mümkün değil.
Dünyada kimseye anlatamazsınız; Ben Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’na göre vatandaşlık hakkına sahibim, ben dünyanın neresinden olursa olsun birini sevdim, evlendim bir de çocuğum oldu. Olan çocuğuma kendi vatandaşlığımı veremeyeceğim, neden? Evlendiğim kişinin daha önceki vatandaşlığından dolayı.
Böyle bir şeyin insan hakları çerçevesinde kabulü mümkün değildir, bunu koyun pakete ve gidin konuşun. Ama zaten konuşun dediklerimiz istiyorlar mı bu çocukların AB vatandaşlığı almasını?
AB ile bütün ilişkileri bertaraf etmek isteyenler, bu çocukların AB kimliği almasını ister mi?
Tam da fırsatı işte; ‘Güney Kıbrıs insan haklarını ihlal ediyor’ de. Hayır demiyor çünkü ondan bir şekilde uzak tutmaya çalışıyor çocukları. Peki uzak tutunca kaybeden kim? Benim çocuklarım. Senin umurunda hiç olmadı zaten.
İnsanların Sarayönü’nün dışında açılıp dünyayla buluşabilmesi, dünyadaki çocuklar hangi haklara sahipse bu çocukların da o haklara sahip olması umurlarında değil”