Yaşamla Ölüm Arasında
Varoluş ile yok oluş arasındaki ince çizgiyi düşünüyorum bir süredir…
Dinlerin ve inanç sistemlerinin en çok işlediği konular olsa gerek bu konular.
Üç büyük dine inananlar yaşamdan sonraki yaşama hazırlanmak ve “cennete” gitmek için “iyi insan” olunması gerektiğini düşünürken; pozitif bilimciler ölümden sonrasının bilinmeyen bir hiçlikten ibaret olduğunu söylüyor.
Doğu felsefesi ise yaşam ile ölümün bir döngüden ibaret olduğunu ve bu halkanın nerede başlayıp nerede bittiğinin bilinmediğini söylüyor.
Ve diyor ki; ölümle yaşam birbirini tamamlar. İlk olmadığı gibi son da yoktur. Bir çember üzerinde dönüp dururuz ve bunun nerede başladığı ve nerede bittiği belli değildir. Bu döngü içerisinde ölen için ağıt yakılmaz. Doğu felsefesinin bir kısmının –en azından Taoculuğun– bu konudaki özü bu anladığım kadarıyla.
Batı felsefesi ise yaşamın bir çizgiden ibaret olduğunu; ölümün bu yaşamın sonu olduğunu söylüyor.
Her canlının bir ömrü var. Ve hepimiz, Heidegger’in dediği gibi “Doğduğumuz andan itibaren ölüme doğru yaşarız”
Yani yaşamımızı ölümle tamamlarız.
Bana en yakın geleni de bu düşünce işte.
***
Ölümü yaşarken yalnızız.
Üç şeyi yaşarken yalnızız: Doğarken, ölürken ve yaratırken.
Üçünü de tek başımıza yapmak zorundayız. Dış müdahalelerden veya düşünsel beslenmelerden bahsetmiyorum. Bu eylemlerin hepsini yalnız yapmak zorundayız. Onu demeye çalışıyorum.
Stoacılar ölümün yaşamdaki en önemli şey olduğunu söyler ve ölümü merkeze koyar. Ölüm üzerine düşünmek buradaki zamanımızın kısıtlı olduğunu hatırlatır bize. Ölüme doğru yaşamakta olduğumuzu hatırlatır. Bu farkındalıkla birlikte zamanımızı daha değerli şeylere ayırmamız gerektiğini hatırlatır.
“Bugün varız yarın yokuz, üç günlük dünya, ederimiz bir avuç anı” gibi sözlerle hayatın geçiciliğini vurgulamaya çalışmış analarımız, babalarımız.
Hangi inanca, görüşe veya hisse sahip olursak olalım sonuç olarak ölümle ilgili kimse bir şey bilmiyor.
Bana en yakın düşünce ise yaşamın ölüm noktasında durduğudur. Varlık ölüm ile tamamlanır. Bunu zamana bağlayan filozoflar da var. Belki bu da bir başka yazıda irdelenebilir… şimdi konuyu dağıtmayalım.
Yaşamı düşünürken ölümü de düşünmeli.
Yaşamın kendini anlamak esas olmalı. Bu yaşamı daha değerli kılmaz mı?
Yaşam hakkındaki bilgi eksikliğimizden dolayı yaşamı yaşam olarak anlayamıyoruz ve dolayısıyla ölümü de anlayamıyoruz.
Ölüm gizemli bir şey olarak karşımızda durmaya devam ediyor.
Bunu yazmış, çizmiş pek çok sanatçı var. Bazıları ölümü deneyimlemek de istedi. Bazıları başarılı oldu.
Sanırım şairler ve edebiyatçılar daha fazla bu sanat grubunun içinde.
Ölüm denince aklıma ilk gelen eser Pieter Bruegel’in Ölümün Zaferi’dir.
Ölümün Zaferi, 1562 Orta Çağ’ında vebanın ya da “Kara Ölüm“ün ortalama bir Avrupa kasabasında nasıl göründüğünü gösteren, pandeminin tarihi tablolarından biridir.
Bruegel, ev hayatından farklı olarak ev dışındaki yaşamı, bir sanat eseri olarak gösterir. Uzaklarda ateşler yanıyor; deniz, gemi enkazlarıyla dolu. Her şey öldü, ağaçlar ve havuzdaki balıklar bile.
Bu resim köylülerden askerlere, soylulardan krala ve kardinale kadar her sosyal kökenden insanı tasvir ediyor. Ölüm hepsini ayrım gözetmeksizin alır.
Pieter Bruegel’in tüm zamanların en büyük sanatçılarından biri olduğunu düşünüyorum. Kilise ve aristokratlar tarafından dini mesajlar vermek amacıyla oto portreler veya resimler çizmek üzere görevlendirilen zamanının diğer pek çok sanatçısının aksine, o, ortak faaliyetlerde bulunan sıradan insanları (çoğunlukla köylüleri) tasvir ederek, günlük yaşamın çeşitli yönlerini tasvir eden tür resimlerini seçmişti.
Eşitlikçi ve insancıl düşünceleri olan bir insandı ve pek çok düşünürü etkilemiş, sanatçılara eserlerini yeniden üretme konusunda ilham kaynağı olmuştur.
Bu konuya gelecek hafta devam edelim.