InstagramKöşe Yazarlarımız

Digomo’daki Ev




Birkaç ay önce anneannemi kaybettiğimizde, çocukları onun kırk yedi yıl boyunca yaşadığı evi satmaya karar verdiler.

Bunca yıldan sonra ya onun evi ya da onların evi dememi beklerdiniz muhtemelen.

Ama hayır, Arediou köyündeki o ev, neredeyse yarım asır sonra bile ve sıfırdan inşa etmelerine rağmen onlar için bir ikamet yerinden başka bir şey olamadı.

Halbuki, ben o evde doğdum, dört yaşıma kadar o evde yaşadım. Halbuki, ben, kardeşim ve kuzenlerim çocukluğumuzun en güzel günlerini o evde geçirdik. Halbuki, o ev anneannemizin ve dedemizin eviydi. Bizim ailemizin eviydi.

Meğer, bizim asıl evimiz hiç görmediğimiz, hiç gitmediğimiz Digomo’daymış.

Bizim gerçek aile evimiz tek bir gün bile geçirmediğimiz o evmiş.

Tüm çocukluğumuz boyunca bize o evle ilgili o kadar çok hikaye anlatıldı ki onu hayal etmemek mümkün değildi. Hatta annem bize onun planını bile çizmişti.

Her odanın nerede olduğunu biliyorduk; bahçesini, anneannemin hellim yaptığı arka odayı, komşu evleri bile biliyorduk.

Sanki ailenin arasında hiç söze dökülmeyen ama herkesin uyması gereken bir anlaşma vardı; Digomo’daki eve haksızlık olmasın diye Arediou’daki evi aile evi olarak benimsemeyecektik.

İşte bu yüzden şimdi annem ve kardeşleri hiç tereddüt etmeden evi satmaya karar verdiler.

Peki ya ben? Ne hissetmeliyim?

Digomo’daki evi ilk kez yirmi üç yaşındayken gördüm. Barikatların açılmasından iki gün sonra.

Ben, annem, anneannem ve dayımla birlikte gitmiştik. İlk defa o ailenin bir üyesi değil sanki yabancısıymışım gibi hissettim. Asıl memlekete, asıl eve gittik ama o ev beni tanımıyor, o ev benim anılarımı taşımıyor.

Kapıyı çaldığımızda bir kadın açtı. Bize hem korku hem öfkeyle bakıyordu.

Hani normal şartlarda böyle bir karşılaşmadan sonra kaçıp gidersin ya. Gidemeyiz.

Ailemizin evinin önündeyiz.
İçine girmeliyiz.

Sanırım zaten hiçbir zaman dönmeyeceğimizi biliyorduk.

O evin ailemizin yeni üyelerinin güzel günlerinin mekanı olamayacağını. Çok sonradan öğrendiğim bir terime göre, o ev bir “ganimet eviydi” artık. Benim ailemin evi birilerine bir ödül olarak verilmişti.

Onlar o evi ailemin onu sevdiği kadar sevebildi mi acaba?

Kadın, 1975 yılında eve girdiklerinde evin bir kısmının bombardıman nedeniyle yıkılmış halde bulup onu yeniden inşa ettiklerini anlattı.

Bir kısmı gerçekten bize ait” dermiş gibi.

Ardından annemin odasına girmesi için izin istedim kadından. Hayır şaka değil bu. Annem odasını görmek istedi ve bunun için izin istedik.

Bahçeye çıktığımızda annem farkına varmadan sanki zıplayarak yürüyor durmadan konuşuyordu. Ben ise paralize oldum. Bütün bunlar çok fazla geldi. Evimize dönmek istiyordum.

Ama hani evimize gelmiştik. Bahçedeki odaya da girebildik. Kadın da yanımızdan ayrılmıyordu tabii. O ana kadar tek bir kelime bile etmeyen anneannem “bu benim kazan” dedi.

Gerçekten de bir zamanlar hellim yaptığı kazanmış. Kadın da onayladı.

Anneannem yanıma götürmek istiyorum dedi. Ben içimden bu kazanı Arediou’daki eve götürsek orası yuvaya dönüşebilir mi diye düşünürken, kadın yüksek sesle “hayır götüremezsin” dedi.

Israr etmenin bir faydası olmadığı aşikârdı. Hatta bizim artık orada istenmediğimiz de.

Digomo’daki eve tekrar yıllar sonra dedem vefa ettikten sonra onunla orada vedalaşmaya gittim. Artık evin çatısında büyük bir Türk bayrağı vardı. Bir daha gitmemeye karar verdim. İstemediğimden değil. Ama içimdeki ev yarası yeterince derindir ve o yarayı deşmeye devam edersem beni benden alıp yerime öfkeden gözü dönmüş bir insanı koyabilmesinden korkuyorum.

Geçen gün çok ünlü bir Kıbrıslı Türk gazetecinin “Rumların kuru tuzu” ifadesini kullandığını duydum kendi kulaklarımla. Ah bir bilse içimizdeki hiç kapanmayan yaraları, hiç dinmeyen fırtınaları. Ah bir anlayabilse bir evin sadece maddi değerinin olmadığını. Ah bir anlatabilsem içimdeki hiç geçmeyen bir eve bağlanma korkusunu…

Tarih bana bir ev borçlusun.
Asırlık zeytin ağaçları,
siyah beyaz fotoğrafları olan,
başka bir evin özlemini çekmeyen bir ev.
Tarih bana bir ev borçlusun.









Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu