TOPLUMSAL SAMİMİYETSİZLİK
Toplum olarak genel sorunumuzun samimiyetsizlik olduğunu düşünüyorum.
Pek çok alanda bu durumla karşılaşmak mümkündür. İfade ve davranış biçimimizde samimiyetsizliğin yeri maalesef büyüktür.
Hepimiz için geçerli olan bir şey bu: Söylediğimizi yapmıyoruz, yaptığımızı söylemiyoruz.
Bireyler, sivil toplum örgütleri, sendikalar samimiyetsizlik gösterebiliyor. Ama şöyle bir düşününce siyasette, sorunlarımıza çare üretmesi gereken en etkin adres olan siyasi partilerde, yöneticilerinde, milletvekillerinde gördüğümüz samimiyetsizlik dayanılmaz ve ciddi zarar verici boyutlarda.
Bunun en önemli kaynağının ne olduğunu çok düşündüm.
Toplum mu siyaseti yoksa siyaset mi toplumu samimiyetsizliğe itiyor? Net olarak söyleyebilirim ki siyasileri toplumun yansıması olarak gördüğümden toplumun güncel konularla ilgili beklentilerinin, bencilliklerinin, kişisel veya zümresel çıkarlarının siyasileri bu yönde davranmaya sürüklediğine inanıyorum.
Ancak sorunun çözümü noktasında örnek olması gerekenlerin, bir bedel ödenecekse de ilk ödemesi gerekenlerin de yine siyasilerin olduğu kesindir.
Siyasetin söylemleri ile eylemleri çoğu zaman örtüşmüyor.
Siyasi partiler ve tek tek siyasetçiler bir yandan tansiyonu ciddi şekilde artıracak söylemler kullanırken, diğer bir yandan birbirleriyle uyum içinde davranışlar sergiliyorlar.
“Dostlukla” açıklanamayacak bir samimiyetsizlik sergileniyor.
Kuşkusuz dostluk önemli ama yaşanmakta olan başka türlü bir şey. Hükümette kim olduğundan bağımsız olarak, muhalefet her gün çıkıp da sistemin veya hükümetin çöktüğünü söylerken, hükümet yetkililerinin hırsız, işbirlikçi, hukuksuzluklara imza atan kişiler ya da Rumcu, vatan haini olduklarını falan söylerken, diğer bir yandan sistemin çökmemesi, hatta üzerlerine çökmemesi için hükümet unsurlarıyla birlikte işbirliği yapabiliyorlar.
Ortada bir tür sözlü veya sözsüz anlaşma var sanki.
Herkes bir rol üstlenmiş ve oyununu oynuyor.
Bununla birlikte ortak oyunun çökmemesi için ortada açık bir gayret var.
Siyasilerin seçmenlerini konsolide edebilmeleri ve yeniden seçilebilmeleri adına özellikle Meclis kürsüsünden ağızlarından çıkan “cesur” sözler toplumu “kutuplaştırıyor”, birbirlerine selam vermez ya da veremez hale getiriyor ve sorunların esas çözümü yönünde ihtiyaç duyulan birlikteliği ortadan kaldırıyor.
Ardı arkası kesilmeyen suçlamalar, ithamlar, hakaretler, hatta mahkemelere taşınan davalar ve hatta mahkemelerce de cezalandırılan davranışlar toplumda gerilimi artırırken ve bu tür ötekileştirici bir davranış biçimi içerisine girerek seçmenlerini ajite eden siyasilere “artı puan” yazılırken, “kahramanlığı” yapanlar her türlü suçlamayı yaptıkları kişilere hemen akabinde sarılabiliyorlar, onlara “Sayın” diye hitap edebiliyor, hatta her ortamda yanaklarından öpüp (tabii salgın öncesi) içten veya yapmacık her türlü sevgi ve saygı gösterisinde bulunabiliyorlar.
Bu “yakın” ilişkiler kendi kişisel çıkarları doğrultusunda fayda da sağlıyor çünkü muhalefette olmalarına rağmen hakaretler yağdırdıkları iktidar vekillerinin yardımı ile seçmenlerinin sorunlarını çözebiliyorlar.
Kimse bana “ama bu siyaset, ilişkiler korunabilmeli, her hal ve şartta dostluklar sürdürülebilmeli” falan demesin.
Her hal ve şartta olamaz, olmamalı.
Hırsız dediğiniz, halkın malını peşkeş çekti dediğiniz, toplumun geleceğini kendi siyasi emelleri uğruna heba ettiğini söylediğiniz, hain olmakla itham ettiğiniz kişilerle nasıl dost olunur?
Ağıza alınmayacak küfürleri partililerinize hatta vekillerinize söyleyen insanlara nasıl sarılıp öpüşülür? Onlara nasıl “Sayın” denir?
Örnekleri çoğaltabilmek mümkün. Duruşuna en çok saygı duyduğum, siyasetine açık destek verdiğim bir kişiden bir örnekle kendimi daha net ifade etmeye çalışayım.
Hem bazıları da sadece siyasi görüşleri kendi görüşümle örtüşmeyen kişileri eleştirmek için bunları yazıyorum diye de düşünmesin. Boyutları farklı da olsa, sorun her noktada karşımıza çıkabilmekte.
Gerek Akıncı’nın kendisi, gerekse de taraftarları Tatar’ı ve seçim sonuçlarını kabul etmediklerini doğrudan veya dolaylı şekilde defalarca açıkladılar.
Müdahalelerin iradeye saygısızlık olduğunu ve Tatar’ın aslında seçimi bu şekilde kazanarak iradeye saygısızlık yaptığını vurguladılar.
Ama yine de Sayın Akıncı yemin törenine bile katılarak sorun yokmuş gibi davranabildi.
Benzer örnekler şu an muhalefette olan birçok vekil hatta parti başkanı için de verilebilir. Hükümetin “atama” olduğunu, hatta “kukla” olduğunu, Başbakan’ın da böyle olduğunu defalarca dillendirdiler.
Bu da seçmenleri tarafından alkışlanmalarını sağladı.
Ama gelin görün ki saygıda da bu hükümet üyelerine kusur edilmiyor. Bu kişiler söylendiği gibi ise ona göre de davranılmalıdır. Selam dahi verilmemelidir.
Ha eğer değillerse ve saygıyı hak eden davranış içerisindeyseler de ağızdan çıkanlara çok dikkat edilmelidir.
Tribünlere oynayarak siyaset yapmak topluma birşey kazandırmayacağı gibi, herkese de ille de “Sayın” demek kimseyi herkesten daha “seviyeli” yapmayacaktır. Sadece ve sadece topluma daha da zarar verecektir.
Sağ siyasilerin uzun yıllardır sol siyasileri “hainlikle” suçlamasının ama sonra da bir hainle sarılıp öpüşmesinin, birlikte kişisel, zümresel sorunları çözmelerinin verdiğim örneklerden hiçbir farkı yoktur.
Milliyetçi olduğunu iddia edeceksin, bununla övüneceksin ve bu sayede seçim kazanacaksın ve bir “hain” ile ortaklık yapacaksın, iş bitireceksin, sarılıp öpüşeceksin.
Başta siyasiler sayesinde halkın bir devlet yetkilisini “atanmış” yani aslında “onursuz, ya da “hain” yani aslında “düşman” olarak görüp kin beslerken, “siyaset” adı altında diğer yandan yaşananlar halka kötü örnek olmaya devam etmektedir.
Örnekler çoğaltılabilir.
Özelleştirmeleri savunarak, hatta bazı durumlarda tek çıkış olarak görenlerin Che, Deniz ve Nazım anması, onların yolunun kendi yolu olduğunu söylemesi.
Komik değil mi? Ama çok yaygın.
Daha da kötüsü her iki tarafın desteğini getiren bir davranış biçimi. Akıllıca değil mi? Ama samimi değil! Düzene isyan edip düzenin merkezinde (Meclis ve Elçilik arasında) TC ve KKTC bayraklı eylemler ne anlama geliyor acaba?
Ya iş insanlarımız?
Yerel yönetimi paspas ederek Ankara ziyareti yapmaları, sonrasında süslü sözlerle ve Ankara yönetimine övgüler düzerek ülkeye dönmeleri ve nihayetinde de “ihaleler Ankara’da açılıyor” diye eyleme gitmeleri ve “bağımsızlık” ve “irade” talep etmeleri.
Anlayabilmek gerçekten zor, çok zor.
Samimiyetsizlikten bahsetmişken Türkiye ile ilişkilere değinmeden olmaz. TC para vermeli mi vermemeli mi?
Yıllardır TC’den gelen ve/veya gelmesi gereken ve/veya gelmesi muhtemel para üzerinden siyaset yürütüldü bu ülkede.
Bu uğurda ne irade ne demografik yapı ne de ülke denecek bir yapı bırakıldı neredeyse. Konu somut, bilimsel bir kritere bağlanamadı.
Vermeliyse ve buna gerçekten inanılıyorsa, şükran çekmeyeceksin. Talep edeceksin. Çıkıp açıkça söyleyeceksin.
Para karşılığında dayatmaya maruz kalıyorsan da, bunu da çekinmeden söyleyeceksin. Bunu yapabildiğin sürece “haysiyetten” bahsedebileceksin.
Kendi başkanını bile özgürce seçecek egemenliği olmayan bir siyasi partinin hükümetin büyük ortağı olduğu bir yapıda dünyaya karşı “egemen devletiz” tezini savunmak! Samimiyetsizliğin gelebileceği son nokta değil de nedir? Ötesi yok.
Maalesef benzer durum sendikal harekette de gözlemlenebiliyor. Kamuoyunun hassasiyetlerine hitap eden açıklamalar yaparken, kendi kendini yönetme söylemlerinin öncülüğünü yaparken kendi statükolarımızı korumaya da özen gösterdiğimiz aşikardır.
Sanırım tüm bunlara bir son vermenin zamanı geldi. Hepimizin aynaya bakıp kendimizle yüzleşme, samimiyetimizi ölçme zamanı geldi.
Belki zor olacak, hoşumuza gitmeyecek; sonuçta kim kendisi için samimiyetsiz davrandığını itiraf etmek ister ki? Ama yapmamız lazım.
Aksi senaryo zaten oynandı, sonuçları nasıl olur diye fal açmaya da hiç gerek yok; nasıl bir toplum haline geldiğimiz ortada. Kısa vadede bedeli ağır olacak olsa da yapmalıyız ki geleceği kazanabilelim.
Evet, uzun lafın kısası, samimiyet herkese şart!