“Babam Kürt, annem Kıbrıslı”
Etnik, milli, dini, cinsiyet kimliklerinden bağımsız, kalıplara sıkışmamış, özgür bir birey yetiştirmeye çalıştık. Toplumsal, sosyal koşullar el verdiği ölçüde.
Dile, renge, inanca, statüye bakmadan sevebilen, her şeyden önemlisi dayanışabilen. Daha sekiz yaşında. Biz verebildiğimiz temeli verdik, gerisi ona kalmış.
Lefkoşa’ya ‘evim’ diyor. Sonradan benimseyip fırsat buldukça kaçtığımız Kumyalı’ya ise ‘köyüm’
Oysa farklı coğrafyalarda da olsa, iki nenesinin de doğup büyüdükleri, zorla göç ettirilip bir daha geri dönemedikleri, hep hikayelerini anlattıkları başka evleri, köyleri vardı.
Anne tarafından nenesi, Kıbrıs’ın güneyinde, Trodos’un eteklerinde bırakmıştı köyünü. Baba tarafından nenesi, şimdilerde Urfa’ya ama esasında Diyarbakır’a bağlı Siverek kırsalında. İkisinin de çocukluğu, gençliği bir daha hiç geri dönemedikleri üzüm bağlarının hatıralarıyla doluydu.
Birkaç gündür Diyarbakır’dayız. Biraz aile ziyareti, biraz kültürel gezi. Baba tarafından nenemiz her yıl Kıbrıs’a gelip bir süre bizimle kaldığı için biz bebekliğinden sonra pek fazla gelmemiştik buralara.
En son kızım ve ben, ikimiz gelmiştik geçen yıl Şubat ayında. Yüzbinlerce insanın hayatını sonsuza dek değiştiren lanet depremle aynı zamana denk gelmişti ziyaretimiz. Biz çok şanslıydık. Duvarlar üzerimize doğru çatırdarken sağ salim çıkarabilmiştim onu dışarı.
Ama depremden birkaç gün sonra nenemizi de alıp Kıbrıs’a dönerken, Adıyaman’daki çocuklarından hala haber alamayan anne babaların derin acısı ve vicdan azabı vardı sadece kalbimde.
Çok sevdiğim Diyarbakır’a bir daha dönemem herhalde diye düşünürken, yine geçtiğimiz yılın içinde nenemizi kaybettik. Onun koşulsuz sevgisini ve hatırasını yaşatmak, onun da gönülden dilediği gibi kızımı diğer memleketine, ailesinin diğer yarısına bağlı büyütme sorumluluğu da bizimdi artık.
Ne iyi ettik de geldik. Bir başkadır Diyarbakır, anlatılmaz…
Kimlik sorunsalının yaygın ve derinden yaşandığı, ağır bedeller yaşattığı iki komşu coğrafya Türkiye’nin güneydoğusu ve Kıbrıs.
Aslında farklı ölçülerde dünyanın her yerinde yaşanıyor kimlik ikilemleri ve bunun getirdiği çatışmalar. Bir taraftan ulus-devlet sisteminin zorunlu kıldığı, kimi zaman dayatma olan resmi kimlikler, bir taraftan bireylerin hissettikleri aidiyetler…
Bir yanda da hissettiği aidiyete bakılmaksızın, resmi ulus-devlet kimliğinden ve bunun getirdiği hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılan kendine mahsus gruplar var. Bunların tümünün kesiştiği bir ortama doğdu benim kızım.
Diyarbakır’da alışveriş yaparken kasadaki genç, kızımla benim aramda geçen konuşmaya kulak misafiri oldu.
Kaçınılmaz Kıbrıs şivemiz dikkatini çekmiş doğal olarak. “Siz nerelisiniz?” diye sordu çocuğa. Babası atıldı “Buralı” diyerek, biraz da koruma iç güdüsüyle belki de. “Şive farklı ya abi” dedi genç. Kızım “Babam Kürt” deyince, genç bu kez de “Sen Türk müsün?” diye sordu. “Hayır. Babam Kürt, annem Kıbrıslı” diye cevap verdi kızım.
Evet, kızımın bir tarafı Diyarbakırlı, Kürt diğer tarafı Kıbrıslı Türk.
Kafasında gereksiz soru işaretleri, endişe veya karmaşa yaratmamak için kaçındığımız bir konu olsa da bu kimlik meselesi, kendisini yarı Kürt yarı Kıbrıslı diye tanımlamış kendi içinde. Peki ulus-devlet bağlamında kimliği?
Öyle bir kimliği yok. Kızım da o temel hak ve özgürlükten mahrum bırakılanlardan. Kürt diye bir ulus-devlet kimliği yok, kızımın Kıbrıslılığını da Kıbrıs Cumhuriyeti kabul etmiyor, “Sen Kıbrıslı değilsin” diyor.
En fazla da bunu ona açıklamak zorunda kalmamak için uzak durdum hep bu kimlik konusundan. Kıbrıs Cumhuriyeti nezdinde de bu konunun üzerine mecbur kalana kadar gitmemeye karar verdim doğumunun hemen ardından yaptığım birkaç girişimden sonra.
Evrensel insan hakkıdır, eninde sonunda o noktaya gelmek zorunda kalacaklar diye avuttum kendimi. En fazla da kızıma “ait hissettiğin yer, benim ülkem, babanın verilmiş kimliğinden ötürü seni kabul etmiyor” demek zorunda kalmamak, bu utancı yaşamamak için…