Tatar’a Katılıyorum: Pragmatik Olalım
Kıbrıs sorunu konusunda iki hâkim diskur (söylem) var Kıbrıs’ın kuzeyinde. İkisi de tamamen dogmatik.
Biri “tek çözüm federasyon” diyor, diğeri “KKTC bağımsız bir devlettir, dünya bizi tanıyacak” İkisi de belirledikleri hedefe nasıl ulaşılacağı, bugüne kadar bu hedeflerin önüne çıkan engellerin nasıl aşılacağı konusunda sessiz, cevapsız.
“Bize inanın, en doğruyu biz söylüyoruz” seviyesinde yürüyor iki diskur ve bunu sahiplenenler arasındaki diyalog.
Yani bu toplumun geçmişini, bugününü ve geleceğini en fazla etkileyecek konu hakkında rasyonel bir tartışma ortamı yaratamamışız bugüne kadar.
BM Genel Sekreteri’nin Kişisel Temsilcisi Holguin’in eli boş adadan ayrılmasıyla ilgili duygu ve düşüncelerimi bir tarafa bırakarak, Ersin Tatar’ın BRT ekranlarında Levent Kutay’la yapmış olduğu sohbeti izlemeye karar verdim bugün.
Ön yargılarımı ve ister istemez sabitleşmiş fikirlerimi mümkün olduğunca bir kenara koyarak. Ersin Tatar’ın fikirlerini ve tutumunu nasıl meşrulaştıracağını çok merak ettiğimden değil, hitap ettiği kitlenin nasıl düşündüğünü ve nasıl etkileneceğini daha iyi anlamak istediğim için.
“Kıbrıs sorunu nedir?” konusunda ontolojik olarak ayrıldığımız çok net. Ancak son 20 yıla dair tespitlerimiz konusunda çok fazla bir ayrılık olmadığını söylemek zorundayım.
Annan Planı referandum süreci sonrasında federal çözüm olasılığı azalmadı mı? Tabii ki azaldı.
Crans Montana sürecine, referandumlar sonrasında yaşanan büyük hayal kırıklığı ve Kıbrıs Rum toplumuna yönelik büyük güven yıkımına rağmen samimiyet ve iyi niyetle girmedik mi? Girdik.
Sonuç yine hüsran olmadı mı? Oldu. Kıbrıs Türk toplumu için oldu. Rumlar için büyük bir fark olmadı, Türkiye için de AB için de diğer uluslararası aktörler için de.
Durum böyleyken; bir yandan oyunun kuralları değişmezken, diğer yandan bir takım her geçen gün şartlar gereği zayıflar, diğer takım ise daha da güçlenirken, yeniden aynı sahaya çıkmak akıl işi mi? Bence de değil.
Ancak oyuna çıkmamak, müzakere masasına oturmamakla da eşdeğer değil. “Ben görüşmem” demek sadece karşı tarafın hükmen galip olmasına ve uluslararası kamuoyunu dilediği gibi manipüle etmesine fırsat sağlıyor.
Peki, oyunun kurallarını nasıl değişir? Bunun da cevabı bence Tatar’ın (veya hamilerinin) stratejik olarak son derece yanlış bir şekilde “egemen eşitlik” ve “eşit uluslararası statü” şartları altına sakladığı “3Ds” argümanında yatıyor.
Bugüne kadar ne demek istendiğini pek de anlamadığım, ancak bariz bir şekilde hem Türkiye hem de Kıbrıs’ın kuzeyinde milliyetçi gruplara hitap etmek için kullanılan, “egemen eşitlik” ve “eşit uluslararası statü” kavramlarının için şöyle dolduruyor programda Tatar; “Doğrudan uçuş, doğrudan ticaret, doğrudan temas (ör: uluslararası spor müsabakalarına katılım)” ve ekliyor; “Bunlar (ambargoların, izolasyonun uygulanmaması) bizim haklarımız, bunları müzakere etmek için masaya oturmam”
Bu hakların nereden kaynaklandığını pek açıklayamasa da katılıyorum. Bunu da hem 1960 Anayasası ve uluslararası anlaşmalara, hem de 2004 yılında Annan Planı referandumunun hemen sonrasında Avrupa Birliği Bakanlar Konseyi’nin vermiş olduğu karara dayandırıyorum.
Özellikle Konsey kararının AB nezdinde çok daha etkili kullanmış olmamız gerekirdi bugüne kadar. Özdil Nami’nin anlatılarından o dönemde bu anlamda ciddi bir mücadelenin verilmiş olduğunu anlıyoruz. Ancak sonra “barışçı” çevreler de bunu unutmuş gitmiş.
Sanki de izolasyonun ortadan kalkmasını talep etmek, diğer diskurun “bağımsız KKTC devleti tanınsın” argümanıyla eşdeğermiş gibi…
26 Nisan 2004 tarihli karar, Kıbrıs Türk toplumunun gösterdiği barış iradesi ve AB üyeliği talebine şapka çıkarıyor ve ortaya çıkan yeni durumda Kıbrıs Türk toplumuna aslında özel bir statü sağlıyordu. Konsey, Kıbrıs Türk toplumuna yönelik AB politikasını şu şekilde belirliyordu:
– Kıbrıs Türk toplumunun izolasyonunu ortadan kaldırmak,
– Kıbrıs Türk toplumunun ekonomik olarak kalkınmasını teşvik etmek,
– Ve bu şekilde Kıbrıs’ın yeniden birleşmesini kolaylaştırmak.
Kıbrıs Türk toplumunun şu an ihtiyacı olan, bu iki sözde karşıt cephenin (“sözde” diyorum çünkü temelde iki cephenin de var olan çözümsüzlükten haksız menfaat sağladığını düşünüyorum) anlamsız dogmatizmlerini deşifre edecek; “tanınma” veya “federasyon” ön şartlarından bağımsız bir şekilde toplumun genelinin hak ve çıkarları için mücadele edecek, bunu da hem iç kamuoyuna hem de uluslararası platformlarda saygın ve güvenilir bir şekilde anlatabilecek bir liderlik. İmkânsız değil.