InstagramKıbrısKöşe YazarlarımızManşetSiyaset

“Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder”






Sadece bizim coğrafyamıza özgü değil ancak küçük bir toplum olmanın da getirisiyle; diğerlerinden biraz daha hızlı olarak; her geçen dakika gerçeklikle bağımız biraz daha kopuyor ve kurgulanan algılarla duruşumuzu belirlemeye hızla devam ediyoruz.

Bu çağ artık büyük aktörlerin algıyı gerçek olarak kabul ettirebildiği, bunu çok ustaca ve çoğu zaman da zahmetsizce yaptığı bir çağ.

***

Her şey George Orwell‘in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı distopik romanında anlatılanlarla paralel ilerliyor.

Elbette Orwell romanında totaliter rejimlere ve onların yarattığı tehdide dikkat çekiyor ancak burada anlatılan algı tekniklerinin sadece iktidarlar ve iktidar kalmak isteyenler tarafından değil, iktidar olmak isteyenler tarafından da kullanılması gayet mümkün.

Roman, gerek elektronik aygıtlar, gerek bilimsel beyin yıkama teknikleriyle yaratılan algı sayesinde; büyük kitlelerin nasıl kontrol altına alınabildiğini, gerçeklikle bağlarının nasıl koparılabildiğini o kadar can yakıcı anlatıyor ki; önce bir dönem milyonları peşinden sürükleyen Hitler‘in propaganda yöntemlerini hatırlıyor sonra da kitabın aslında “zamansız” olduğunu anlıyorsunuz.

Bunun için tüm dünya ülkelerine değil en yakın coğrafya Türkiye‘ye bakmanız bile yeterli.

Hatta daha da yakına, kendi ada yarımıza bakmak bile artık bunu anlamak için maalesef yeterli hale geldi.

***

Romanda anlatılan kurgu devletteki yönetimin amacı; toplumu kayıtsız şartsız kendilerine itaat etmeleri yönünde dizayn etmek.

Hatta bu öyle bir operasyon ki; belli bir zaman sonra bu kitlelere ekstra hiçbir şey yapmaya bile gerek duyulmuyor. Çünkü artık bireyler; beyinlerine ve ruhlarına işlenen algı sayesinde zaten birer otomata dönüşmüş oluyor.

Sürü insanı” tipinin yaratılması sonrası geriye sadece önlerine yem atmak, duygularını diri tutmak kalıyor.

***

Şimdilerde bu operasyonlar geniş kitlelere aynı anda ulaşılabilecek olan internet ortamı ve sosyal medya siteleri aracılığıyla yapılıyor.

Kitleler; “gerçeklikten” çok “algılarına” güvendikleri bir hale getiriliyor, sonrasında da iktidar odaklarının neye inanmasını istiyorlarsa ona inanmaları sağlanıyor.

Çünkü artık tüm yalanların “gerçek“, tüm gerçeklerin de “yalan” kılınması mümkün.

***

Orwell, “Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçeği söyleyenlerden o kadar nefret eder” diyor.

İşte tam bu noktada son dönemde sosyal medyada muhalefet tarafından yürütülen algı operasyonları ve linç kampanyalarına dikkat çekmek istiyorum.

Hiçbir konuda sorumluluk almadan, ülkede olan biten her şeyi iktidarın eksiği/yanlışı/hatası olarak gösteren muhalefet, bu algıyı yaratmak için çok uğraşıyor ancak günün sonunda neden muhalefette olduklarını açıklamaya gerek kalmayacak o ortamı bir türlü yaratamıyor.

Çünkü iktidarın tüm yolsuzluklarını ve toplum düşmanı tüm hamlelerini zaten bir elin beş parmağını geçmeyen gazeteciler olarak bizler ortaya çıkarıp kamuoyuna sunuyoruz.

Kamuoyu da muhalefetten daha sert şekilde tepkisini zaten gösteriyor, şikayetini yapıyor, gerektiğinde sokağa da çıkıyor.

Ve ne gazeteciler ne de toplum bunu bir maaş karşılığı ve konforlu bir alandan yapıyor.

Ancak muhalefet, hem yurttaşın vergileriyle dolgun bir maaş alıyor, hem Meclis’te oturduğu bir koltuğu oluyor, hem itibar(!) kazanmış oluyor hem de daha konforlu bir yerden hayatını yaşıyor.

Burada bir gariplik yok mu?
Var.

***

Henüz tam olarak algı oluşturulamamış, partizanlaştırılamamış toplum bireyleri bu durumu sorgulamaya, muhalefetin varlığını tartışmaya açmaya dolayısıyla da muhalefetin konforlu alanını tehdit etmeye başlıyor.

Gazetecilerin ve muhalif toplum kitlelerinin yaptığından bir tık fazlasını dahi üstelik bunca imkan karşılığında yapamayan muhalefetin varlığının sorgulanması karşısında; Orwell’in romanlarındaki tekniklere benzer bir algı operasyonuna ihtiyaç duyuluyor.

***

Parti’nin dünya görüşü, onu hiç anlayamayan insanlara çok daha kolay dayatılıyordu. Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedeninden sindirilmeden geçip gitmesi gibi, yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu…

Bu cümlenin dışında olanlar için yapılacak en mantıklı hamle ise toplumun geniş kitlelerine ulaşabilen aydın kişiler ve gazetecilerin soru sormalarını, muhalefetin konforlu alanını tartışmaya açmalarını engellemek.

Bu da bu kişilerin söylediklerini çarpıtma, onları düşmanlaştırma, birer nefret objesi haline getirme, onları algısı önceden oluşturulan kitleler önüne atarak ağır hakaretler ve psikolojik baskılarla itibarsızlaştırma ve sindirme ile mümkün.

En azından muhalefetin bir kısmı böyle düşünüyor.

***

Tüm bu gerçekler ışığında geçtiğimiz gün bu operasyon; bizzat muhalefete mensup bir Belediye Başkanı ve yine muhalefete mensup, babası da eski Cumhurbaşkanlarından olan Ongun Talat adlı vekil tarafından bana karşı yapıldı.

Girne‘de gerçekleşen ve 79 yaşındaki Mehmet Gürtunç‘un ölümüyle sonuçlanan trafik çarpışmasını hatırlarsınız.

Ortaya ilk çıkan görüntülerde olayın; Gürtunç’un kırmızı ışık yanarken yola çıktığı ve o sırada kendisine yeşil ışık yandığı için yola çıkan bir araçla çarpıştığı için yaşandığı izlenimi, sonrasında ortaya çıkan görüntülerle değişti.

Çünkü trafik ışıklarında bir arıza vardı ve saniyenin yarısı kadar yeşil ışık yanıyor, sonrasında hemen sarı ve kırmızıya dönüyordu.

Yani Gürtunç’un; anlık yanan bu yeşil ışık nedeniyle yola girmiş olma ihtimali güçleniyordu. Bu da ‘devlet’ ve kurumlarının sorumluluğuna işaret ediyordu.

***

Seçimlerde tıpkı TC Cumhurbaşkanı Erdoğan‘ın “Ben Dicle kenarındaki bir koyundan dahi sorumluyum” sözlerine atıfta bulunurcasına, seçim bölgeleriyle ilgili tarımdan bozuk yollara, esnafın halinden elektriğine, suyuna, yollardaki çöplerden sokakta kalkan toza kadar ilgileneceğini, bunların kendi sorunu olduğunu söyleyen muhalefet vekil adayları ya da belediye başkanı adayları için durum; seçilip Meclis’e girdikten ya da belediyenin başına geçtikten sonra değişiyor.

Çünkü bu kişilerin çoğu aslında sahip olmak istedikleri alanların ağır bir sorumluluğu olduğunu, verecekleri bir kararla muhteşem sonuçlar alabilecekleri gibi büyük felaketlere de neden olabileceklerini, insan hayatıynın söz konusu olduğu alanlarda at koşturduklarını bilemiyorlar.

Vekil olayım, başkan olayım, yetkili olayım ama bir şey olduğunda “Ben yapmadım” da diyebileyim.

Dünyanın en absürt ve acınası ikilemi.

Yukarıda anlattığım olayla ilgili yetkililerin hem resmi sorumluluk alanlarını hem de doğal sorumluluk hissetmek durumunda oldukları alanları sorgulamak, giden bir canın ölümünde ihmali olanları ortaya çıkarmak için bir gazeteci olarak sorduğum bir sorudan dolayı tam iki gün boyunca, muhalefetin Girne Belediye Başkanı ve onun başkanlığı kazanması için canhıraş çalışan Girne bölgesi Milletvekili Ongun Talat’ın önderliğinde; saçımın telinden tırnağımın ucuna kadar linç ettirildim, hakaret ve küfürlere maruz bırakıldım.

Hatta Talat’ın buna öncülük etmesi yetmedi, kendisi de benim bu sorum karşısında ne kadar “ucuzlaştığımı“, zaten uzun süredir etik ilkeler dışında haber yaptığımı, sansasyon peşinde olduğumu yazacak kadar kendini kaybetti.

İlgili başkanın söylediklerini, kibrini, kabalığını, bir siyasetçi sabrı, nezaketi ve sorumluluğu hissetmeyen tavrını söz konusu etmek dahi istemiyorum.

***

Aslında bu yapılanın ardında büyük bir suçluluk, “Eyvah sorumluluklarımız hatırlatılıyor” psikolojisi ve bundan kaçma çabası vardı.

Olayı “ölüm üzerinden prim kasmak” noktasına dahi çekebilecek kadar kontrollerini kaybettiler.

Tam da bu algı işte; gazetecinin bu yüzden sorduğu hesabı, gazetecinin yaşanana karşı “rahatlığı” olarak algılatmak için canlarını yediler.

Çünkü olay korkunç, çünkü elleri ayakları birbirine karıştı telaşla, çünkü evet gayet sorumlu tutulabilirler.

Çünkü kendisine oy veren seçmenin; “Ben sana Girne için oy verdim. Girne’de çalışmayan bir trafik ışığından da sorumlusun. Girne genelinde yaşanan her türlü aksaklıktan sorumlusun. Bunun için oradasın” deme hakkı var.

Çünkü asil olan yurttaş, Ongun Talat ve ilgili belediye başkanı ise asilin maaşlı vekili ve çalışanı. Onun sadece temsilcisi. Bunun için para alıyor. Olay bu kadar net.

Hiç dramatize etmeye, felsefe yapmaya, işin içine duygu karıştırmaya gerek yok.

Dümdüz mesele budur; yurttaş sana hem oy veriyor hem maaşını veriyor ve sana “Git benim haklarımı ara, daha iyi yaşamam için çalış” diyor.

Bitti.

***

Ongun Talat iyi çalışamadığını, sadece haftada iki gün Meclis’e hiç kimseyi etkilemeyen, hiçbir sonuç doğurmayan konuşmalar yaptığını, bunun dışındaki mesaisini de partisinin bekası için örgütlenme çalışmalarına ayırdığını nasıl anlatacak?

Kazanılması için büyük uğraşlar verdiği ancak partisi dahi olmayan bağımsız aday Zeki Çeler karşısında ancak 230 oy farkıyla alabildiği ve hala aldığına inanamadığı bir belediyenin hata ya da eksiğini nasıl kabul edecek?

Bunu anlatırsa nasıl bir tepki alacak?
Muhalefetin bunca imkan ve konfora rağmen hiçbir şeyi değiştirip engelleyemediği algısı karşısında ne diyecek?

Ya da ilgili Belediye Başkanı, zaten medya tarafından sürekli eleştirilirken, kaba ve kibirli haliyle okları üzerine çekmişken, bir çember değişimini haftalarca sosyal medyada sanki bir lütufmuş gibi anlatırken, bir de başkan oldu olalı kendisine ilk defa soru soran bir gazetenin bu sorusuna nasıl düzgün cevap verecek?

O paylaşımlarda trafik ışıkları taktığını anlatacak, bununla övünecek ve Girne’nin her bir metrekaresine karşı sorumluluk hissettiğini belirtecek ama bozuk bir trafik ışığıyla ilgili kötü bir olay yaşanırsa bunu en yüksek perdeden nasıl savuşturacak?

Asla beni ilgilendirmiyor, zerre suçumuz sorumluluğumuz yok” diye nasıl haykıracak?

İşte o yüzden bu soruların sorulmaması gerekiyor.

İşte bu yüzden bu soruları soranları itibarsızlaştırmak, algı oyunlarıyla düşman ilan etmek, nefret objesi haline getirmek gerekiyor.

Bu yüzden de haklarında yolsuzluk iddiaları olan, soruşturmalar açılan, patronları bu ülkenin kanını emen sermaye kesiminden olan medya kurumlarındaki gazetecilerle arasını hiç bozamayan, onları tek kelimeyle dahi eleştiremeyen, buna cesaret dahi edemeyen, “Aman karşımıza almayalım da bize saldırmasınlar” modunda arasını iyi tutan, bütün gün buralarda ekrana çıkan bu siyasiler, özgür ve kendilerine de muhalefet eden, onlara değil sadece kamuya hizmet eden bizim gibi gazetecilere saldırmakta bir behis görmüyorlar.

Çünkü zaten “adamları” değiliz, kaybedecekleri bir şey yok.

***

Ancak itiraf etmeliyim ki; bu algının esiri olan insanlar arasında çok şaşırdıklarım oldu.

Hayatımda iki kez programıma konuk ettiğim, onun dışında oturup bir sohbetimin bile olmadığı Ongun Talat adlı bu vekilin benim için söylediklerinin yanında;

Mesela Girne’de 10 yıldır hiç görmediğim bir avukat benim için “Değil gazeteci insan bile değil” dedi.

Hayatımda bir kez bile karşılaşmadığım bir başka kadın avukat, “Onun gerçek yüzünü siz bilmiyorsunuz, göründüğü gibi değil” dedi.

Daha önce çirkin bir yorum yaptığı için sosyal medya hesabımdan engellediğim ve sonraki tüm özürlerine ve pişmanlığına rağmen özrünü kabul etmediğim bir başka kişi; “O bir ajan, Elçiliğin altın kızı” dedi.

Mustafa Akıncı döneminde örtülü ödenekten ödendiğimden tutun da elinizde neresi kalırsa oradan devam eden bir linç silsilesine ve Ongun Talat’ın büyük bir telaşla ettiği hakaretlere, Fikri Toros, Biray Hamzaoğulları, Ürün Solyalı gibi birçok vekil de attıkları beğenilerle destek oldu.

Fide Kürşat, Tufan Erhürman‘ı eleştirdiğimiz için bize hakaret eden yeni yetme bir basın mensubunun bu paylaşımını dahi beğendi.

***

Yüzlerce hakaret ve nefret cümlelerini kuran bu kişilerin yüzde 99’unu tanımıyordum ama hepsinin benimle ilgili bir derdi ve bir de fikri vardı.

Yüzünü dahi görmediğim insanlar karakter tahlilimi yapıyor, kendilerinin görmediği yüzümün gerçek yüzüm olmadığını en yüksek perdeden iddia ediyorlardı.

Kadınlar, erkekler, avukatlar, doktorlar ve yanı sıra yüzlerce partizan…

***

Kişisel olarak hiç etkilenmedim diyemem ama sağ cenahtan linç yemeğe oldukça alışık bir gazeteci olarak beni asıl yaralayan; toplumun saygı duyduğu mesleklere sahip bunca insanın; nasıl olur da bu denli linç kültüründen beslendiği, açıkca ve alenen yalan konuşabildiği, tanımadıkları insanlardan bu kadar nefret edebildikleri ve sorgulama yeteneklerini tamamen rafa kaldırarak, gösterilen hedefe doğru bu denli bir altı boş inançla koşabildiği oldu.

Bunlar haklarınızı korumasını istediğiniz hukukçulardı.
Bunlar sağlığınızı emanet ettiğiniz doktorlardı.
Bunlar bürokratik işlerinizde bilgisiyle size yardımcı olacağını ümit ettiğiniz kamu görevlileriydi.
Bunlar sizi Meclis’te temsil etsin, haklarınızı korusun diye oy ve maaş verdiğiniz vekillerdi.

***

Partizanlık ve beraberinde gelen bu algı operasyonlarıyla yürütülen linç kampanyaları, tüm duyularını ve sorgulama yeteneklerini “kişiler” ve “partiler” üzerinden teslim eden koca bir güruh tarafından yapılıyor.

Ha şunu da unutmayın;

Mesela bugün CTP ve onun Belediye Başkanı ile vekili öncülüğünde bu linç kampanyasını yürütenler; bu olayın yaşandığı yerde UBP’li, DP’li ya da YDP’li bir belediye olması durumunda “Elbette belediyenin de oradan seçilen vekilin de sorumluluğu vardır” diyecekti.

Bundan adınızdan emin olduğunuz kadar emin olun.

Çünkü ilk başta da dediğim gibi; bu bir doğruyu arama, yalan söyleyene tepki gösterme durumu değil.

Bu sadece Orwell’un distopik romanındaki gibi bir çürümüşlük hali…









Başa dön tuşu