Köşe Yazarlarımız

Vesayet Savaşları






Aradan neredeyse otuz yıl geçti ama özünde her şey aynı

Anayasa Mahkemesine “bireysel başvurunun uygulamaya başlandığı 23 Eylül 2012 tarihinden itibaren yapılan başvuruların büyük bir kısmı âdil yargılanma hakkına erişmek için” yapılmış. AYM’ye yapılan başvuruların yaklaşık dörtte üçü, âdil yargılanma hakkına ilişkin şikâyetleri kapsıyormuş.

AYM Başkanı Zühtü Arslan durumu şöyle değerlendiriyor: “İhlal sınırları bakımından da durum çok farklı değil. Başlangıçtan itibaren verdiğimiz toplam ihlallerin yüzde 77’si âdil yargılanmaya dahildir.”

Yargılanmanın âdil olmadığı bir ülke… Bu ne demek? AYM Başkanı Arslan’ın tek cümlelik yorumu şöyle: “Âdil yargılanma hakkının korunmadığı, ihlallerin önlenemediği bir ülkede hukuk devletinin tüm kurallarıyla korunması da mümkün değildir.”

***

Bu açıklama açıkça gösteriyor ki Türkiye bir hukuk devleti değil. Peki bu 2012 yılından sonra mı oldu… Bireysel başvurunun doğrudan AİHM’e yapıldığı dönemde de Türkiye kendi Anayasasını ihlal eden devletler arasında birinciydi…Ya da Rusya’dan sonra ikinci…

Belki bir fark “15 Temmuz Yargısının’’ sadece anayasayı ve hukuku ihlal etmiyor, bir de anayasal suç işleyen hâkim ve savcıları ödüllendiriyor olması…

***

Aslında temel soru şu: Türkiye neden evrensel hukuka saygılı, vatandaşların can havliyle AİHM Kapısında kuyruk oluşturmadığı, doğru dürüst bir hukuk devleti olamıyor?
Olamıyor, çünkü hep vesayet altında yönetiliyor…Dün askeri vesayet vardı, bugün sivil vesayet var. Dikkat edin, asker ve sivil vesayetçilerin ortak düşmanları da demokratlar ve liberal demokrasi. Çünkü demokrasi kavgası değil, vesayeti ele geçirme kavgası yapıyorlar.

***

Yandaş ya da muhalif kanallara bakın, ikisinin de sansür uyguladıkları, yasaklı listeleri var. İkisinin içinde de “15 Temmuz yargı mağduru” yok. AYM Başkanı, “yargılama” adı altında tiyatro oynandığını söylüyor ama ekranlarda “15 Temmuz mağduru” bulunmuyor.

“Muhalif” geçinenler için tek muhalif mağdur “Kumpas ve balyoz mağdurları.” Onlar için askerler her zaman yazarlardan, edebiyatçılardan, akademisyenlerden önemli…

***

Bunları neden anlatıyorum? Çünkü Basın Tarihi’nde 1996 yılını bitirip, 1997 yılına giriyoruz.1997 yılının hemen başında ise 28 Şubat var. Bir vesayetten çıkıp, bir vesayete savrulduğumuz için bugünden o güne bakıp objektif bir değerlendirmenin kolay olmadığını görüyorum.

***

Aradan neredeyse otuz yıl geçti ama özünde her şey aynı. Türkiye İnsan Hakları Vakfı 1996 Yıllığı, o günleri şöyle anlatıyor:

“1996 yılı, Türkiye’de anti-demokratik yapının hangi güçlere dayandığını gözler önüne seren çok çarpıcı bir olaya sahne oldu. ‘Susurluk kazası’ olarak tarihe geçen bu olayda, yirmi yılı aşkın bir süredir aranmakta olan pek çok cinayetin zanlısı MHP militanı bir ülkücü, üst düzey bir polis şefi, on binin üstünde silahlı adamı olan korucubaşı bir parlamenter, suikast silahlarının da bulunduğu otomobilleriyle bir kamyona çarptılar.

Kazadan tek canlı kurtulan parlamenter oldu. Ancak bu kazada en ağır yarayı devlet aldı. Faili meçhul cinayetlerin ve siyasal suikastlerin devlet içinde bir örgüt tarafından yönlendirildiği aynı organizasyonun uyuşturucu, silah ticareti, kumar ve haraç alma gibi pek çok yasadışı işi kontrol ettiği gün ışığına çıktı. İnsan haklan, demokrasi savunucularının savları kanıtlandı.

Faili meçhul cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı ve silah ticaretine karışmış çetelerin liderlerine devlet olanaklarını sunduğu açığa çıkan İçişleri Bakam Mehmet Ağar istifa etmek zorunda kaldı. Korucubaşı Milletvekili Sedat Bucak’m da bu ilişkiler içindeki rolü anlaşıldı.”

***

İç düşman, dış düşman edebiyatı o zaman da çok yoğundu:

“Aynı zamanda, devlet bünyesinde ulusal savunma stratejilerinde önemli değişiklikler olduğu yönünde yazılı ve görsel basma açıklamalar yapıldı. MASK kısaltmasıyla betimlenen Milli Güvenlik Kurulu Stratejileri Konsepti ülke içinde iç düşmanın değiştiğini belirtiyordu. İç düşman bundan böyle PKK ile birlikte en az PKK kadar tehlikeli olan irtica idi. Böylece siyasi İslam atağına, bazı tarikatların şeriatı bir yaşam biçimi olarak uygulama çabalarına ve siyasal İslamcı silahlı güç Hizbullah’a karşı bir mücadele programı ilan edilmiş oluyordu.”

***
“1997 yılının ilk çeyreğinde askeri darbe tartışmaları Türkiye gündeminin en önemli konusu oldu. Toplumda kutuplaşma hızlandı. Şiddet egemen olmaya, silahlı güç hesapları yapılmaya başlandı. Demokrasi, insan haklan, barış, özgürlük yanlıları, askerî ya da İslamcı güç odaklan arasında bir tercihe ve taraf olmaya zorlandı.

Kutuplardan bir tanesi olan, şeriatın siyasal parti olarak temsilcisi RP’nin yandaşlan belediye başkanları, parlamenterler, parti yöneticileri, vakıflar, işveren örgütleri, gazeteciler, radyolar, TV kanalları şeriat için şiddete yönelebileceklerini açıkça ifade etmeye başladılar.

Ama aynı zamanda 8 yıllık kesintisiz eğitim uygulamasının, imam hatip okullarını kapatacağı gerekçesiyle, Müslümanlara zulmedildiği izlenimini yaratarak demokrasi ve insan haklan savunucusu görünme çabası içine girdiler.”

***

Türkiye İnsan Hakları Vakfı 1996 Yıllığının değerlendirmesinden de anlaşılacağı üzere Türkiye, 28 Şubat’a doğru koşuyordu. Askerî vesayet egemenliğindeki basının rolü de bugünkü sivil vesayet medyasından farklı değildi. Hepsini göreceğiz.

Evet, basın tarihi yolculuğumuz devam ediyor.









Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu