Köşe Yazarlarımız

Yazıyla beslenen küheylan…

Bugün on beş yaşında olan çocuklar, benim yaşıma geldiklerinde artık böyle şeyler yazmasınlar. Bunun için umutluyum…

Seçimler yaklaşırken gelecekle ilgili, ülkenin yaklaşık yüzde altmış beşi gibi, ben de umutlanıyorum… Ama geçmişe dönüp bakınca, bu ülkenin kötülükleri tekrarlama kabiliyeti beni endişelendiriyor.

Düşünceye karşı şiddet sanki bu toplumun herhangi bir kademesinde yönetici olanların genlerine işlemiş… Herhangi bir yeri, ülkeyi, partiyi, sendikayı yönetiyorsan sana karşı çıkanı dövdürüyorsun… Bazen de öldürtüyorsun.

Yakınlarda işlenen bir siyasi cinayet ile yarım yüzyıl önce hastanelik edilen sendikacı arasında uzanan kötülük zincirini ben Basın Tarihi nedeniyle kendi gazetecilik geçmişime bakarken bir daha gördüm.

***

Mart ayı geldi mi, 7 Mart 1998 tarihli “Sabah’ta on birinci yıl…” başlıklı yazım gelir beni muhakkak bulur…

Ben atlasam bile ya kadim bir dost hatırlatır ya da sadık bir okur o yazı üzerinden yeni “yazı yılımı” kutlar…

Bu sene de öyle oldu…

Sözünü ettiğim yazıyı Basın Tarihi’nde de yayınladım. Refi Cevat Ulunay’dan 17 yaşımdaki bir şiirime kadar bir köşe yazısı boyutlarına sığdırılmış bir ara bilanço gibiydi…

***

Şöyle yazmışım:

“Sabah’ta on birinci yılın kapısını aralarken, matbuatta ilk imzamın çıktığından bu yana da ‘otuz yıl’ geçmiş olduğunu anımsadım.

Ya Alpay Kabacalı’nın çıkardığı ‘Gerçekler Postası’ idi ya da Ankara’da bir iki sayı yayımlanan ‘Proleter’ adlı dergi…

O ‘ilk imzanın’ yayımlandığı dergiler elimde yok”

Ama asıl o yazıda geçen bir isim benim endişemin nedeni olarak yeniden yüzüme çarptı…

“Bekir Yenigün geçenlerde, Ekim 1970 tarihli bir Yeditepe dergisi gönderdi.
O sırada 17 yaşındayım ve yayımlanan şiirimin adı da ‘Gerçek’…”

***

Yazıda andığım 1970’lerde YOL-İŞ Sendikası Başkanlığı da yapan 1934 doğumlu sosyalist Bekir Yenigün, hayatımın muhteşem kahramanlarından biridir.

Kimliğinin ve cesaretinin bir örneğine Şükran Soner’in 11 Ocak 2020 tarihli “Hiç ödün vermeden” başlıklı yazısında rastladım:

“Gazete kupürlerimizde sırasıyla, tarihleri ile yer aldığı üzere 20 Nisan 1968’de, Türk-İş Genel Kurulu’na delege olarak katılan Bekir Yenigün, Türk-İş’in partiler üstü siyasetini kınayan Çetin Altan için alınan hakaret içeren protesto kararı ile ilgili hedef tahtasındadır. Bekir Yenigün ve bir kısım delegeler aksine parmak kaldırmış, itiraz etmiş olsalar da karar ‘oybirliği ile alınmıştır’ olarak zapta geçirilince, Bekir Yenigün itiraz eder.
Kıyamet de bundan kopar.
Ağır hakaretlerle kıyasıya saldırıya uğrar.

Salon içinde, sokağa çıkarıldıktan sonra da tekme tokat dövülmesi, ‘Bir delege feci şekilde dövüldü’ başlığı ile gazetemizde manşet haber yapılır.

Bir gün sonrasındaki haberin devamında ise ‘Türk-İş Kongresi’nde dövülen delege kan kusuyor’ başlığı yer alır.
Yönetim kadroları, daha öncesinden verem hastası olduğu için kanamadan hastaneye yatırıldığı mazeretine sığınmaya çalışsa da dayaktan sorumlu olanların isimlerin saptanmasından yeni bir tartışma çıkmış olur…
Bir gün sonraki 23 Ocak tarihli Nadir Nadi’nin köşe yazısı ülkemizdeki basın özgürlüğü, bireylerin insan hakları, sendikal haklarına ilişkin saptamaları… Çok çarpıcı ders verici içerikleriyle, günümüz gazetecilerinin konumları adına utandırıcıdır”

***

Eski bir yazımla gençliğime dönüyorum, bakıyorum, 1968 yılında sosyalist bir sendikacı fikirlerini paylaşmadığı diğer sendikacılar tarafından ölesiye hırpalanmış.

Dönüp yaşadığım bugüne bakıyorum, aralarında sosyalist bir milletvekilinin de bulunduğu siyasetçiler sokaklarda dövüldü… Bir ülkücü Ankara’da vurulup öldürüldü.

Kadınlar meydanlarda güvenlik güçleri tarafından yerlerde sürüklendi.

Bir futbol stadyumunda sırf başka etnik kimlikten oldukları için futbolcular saldırıya uğradı, tribünlerde açılan tetikçi pankartlarıyla tehdit edildi.

Arada geçen yıllarda da binlerce faili meçhul… Hapis… İşkence…

***

1968’de 15 yaşındaydım… Şimdi 70 yaşındayım.

İnsan kendisine “nasıl bir ülkede yaşıyorum” diye soruyor kaçınılmaz olarak.

Çocukluğundan yaşlılığına kadar sürekli şiddete tanık olabilir mi insan?

Bu şiddetin kökü nerede saklı?

O kökü bir daha yeşermemek üzere kurutmak için ne yapmalı?

***

Gelecek için umutluyum ama bu ülkede defalarca “yeni bir dönem” başlayacak umudunu yaşadığımızı da hatırlıyorum.

Ama her seferinde burası, babamın deyimiyle “pijama lastiği gibi” tekrar şiddete döndü.

Bugün ülke için “umut” olanların, bu vahşi sarmalı nasıl bitirebileceklerini de düşünmesi gerekiyor sanırım.

Çünkü bu ülkede şiddet iktidarların değişmesiyle bitmiyor, iktidarlar değişiyor ama şiddet devam ediyor…. Uygar bir toplumun şartlarını bir türlü oluşturamıyoruz.

***

Basın tarihi, bize neler yaşadıklarımızı ayrıntılı bir şekilde hatırlatıyor…

Mağdur olmuş, hakkı yenmiş insanları anma imkânı da veriyor.

Bugün on beş yaşında olan çocuklar, benim yaşıma geldiklerinde artık böyle şeyler yazmasınlar.

Onların kendi tarihleri de “basın tarihleri” de daha iç açıcı, daha mutlu olsun.

Bunun için umutluyum… Ama dediğim gibi, “tecrübelerden” oluşmuş bir endişem de var.











Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu