Zemheri geldi, bari çiçekleri kurtarabilsek…
Özel bir düşmanlık ve hukuksal zorbalığın hedefindeki Ahmet Altan gene yılbaşına Silivri’de giriyor.
Kara dizi gibi…
Ne yıl; Korona, deprem, hattâ göktaşı bile yerküreyi pas geçmedi.
Torun sahibi olmak gibi bir iki çok özel sevinç dışında pek de keyifli olmayan 2020’yi yarın geride bırakıyoruz.
Artarak süren Korona tehdidi, ekonomik kriz ve toplumsal çürüme at başı birbiriyle yarışıyor.
Özel bir düşmanlık ve hukuksal zorbalığın hedefindeki Ahmet Altan da gene yılbaşına Silivri’de giriyor.
***
Hapishanenin hemen ilk aylarında henüz yayınlamayan Silivri notlarıma geri döndüm…
Aralık 2016 ayının ikinci yarısı geçip, sonuna yaklaşırken el yazısıyla dokuz sayfalık şunları yazmışım:
“18 Aralık 2016 / 98. Gün…
Cumartesi, Pazar günleri kalkış saatimi yarım saat ileriye alıyor, saat 8 de kalkıyorum.
Çünkü televizyonlarda daha derin bir medya analizi yapan ve köşe yazılarını da işin içine katan programlar yok.
Gene de yarım saatlik rötarın bir başka nedeni de ekonomi programlarının da hafta sonu tatili yapması, halbuki ülkenin hal ve gidişatı en iyi ekonominin durumu yansıtıyor.”
***
“Her sabah kalkar kalkmaz yaptığım ilk işlerden biri çayı demlemek oluyor. Çay demlenirken buzdolabı olarak kullandığımız pencerenin avluya bakan çıkıntısından kaşar, beyaz peynir, domates alıyor, tereyağı ve zeytin alıyorum.
Gene kantinden haftalık olarak aldığımız haşlanmış haftalık yumurtaların bir veya iki tanesini minik bir kap içinde sıcak suda ısıtıyorum.
Ardından küçük plastik masaya, televizyon karşısına yerleşiyorum.
Koyu demli çayla kahvaltı faslına geçerken karşımdaki televizyonu tek bir kanala çakılmadan zaplıyorum.”
***
“Bugün Pazar, hava durumu soğuk ama güneşli bir gün müjdesi verdi.
Güneş günün daha iyi, daha çabuk geçmesi, kötümserliğin aşağıya doğru yuvarlanması demek. Nitekim de güneş avluyu aydınlatmayı başladı, damdaki donmuş sular da saçaklardan peyderpey akmaya başladı.”
***
“Bu sabah aşağıdaki odanın kapısı açıldığında hemen hemen her sabah yaptığım gibi daha gardiyanlar avluyu terk etmeden dışarı fırladım.
Başımı gökyüzüne kaldırdım.
Göğe baktım, henüz tam aydınlanmamıştı. Sonra bir iki adım daha atıp, pek yapmadığım bir şekilde avlunun çıkış kapısının orada durarak, bizim kaldığımız damın üzerinden gökyüzüne baktım.
Tam köşede bir kısmı silinmiş pırıl pırıl bir ay duruyordu, sevindim.
Yeniden içeri girerken de bir karga bağırarak uçtu, kendisini göremedim ama sesini duydum.
Hapishanede bunlar günlük notlarda yer alacak kadar önemli, sabahın daha tam aydınlanmayan ortamında parıltılı bir ay parçası, bir karga sesi…”
***
“Biraz sonra çıkıp baktığımda ay çoktan kaybolmuştu bile…
Bu sabah televizyonlarda oyalanacak pek bir şey yok. Yaşanan büyük acılar bugünü de esir aldı.
Hem içerde siyasal sistem, hem de dışarıda kamp değiştirme inadı Türkiye’yi çok pahalıya mal olmaya başladı.
En korkuncu ise gencecik insanlarımızın ölüp gitmesi.
Terör tüm vahşeti ve acımasızlığıyla saldırıyor.
Geçen cumartesi akşamı yaşanan büyük travma atlatılmadan dün de Kayseri’deki katliam yaşamı kararttı.”
***
“4 gün sonra hapishanede 3 ay bitecek.
Silivri’ye 22 Eylül’de gelmiştim.
Dış dünya ile tek irtibat noktası olan radyo sonbaharın başladığını söylemiş, ben de not almıştım.
Şimdi 22 Aralık olacak.
Gün ile gece eşitlenecek.
Buna babam meraklıydı. (http://platform24.org/p24blog/yazi/4547/bu-kez-gule-gule-eylul)
Gün ile gece eşitlenecek ve bu kez de kış resmen başlayacak.
Sonbahar ile başladığımız Silivri, kış ile devam edecek gibi.”
***
“Nitekim, Cumartesi eklerinden birinde ‘zemheri geldi’ başlığına rastladım, hemen altında ise ‘çiçekleri unutma’ ibaresi vardı.
Zülüm kendi söylediklerini tekrarlamayanları Silivri’ye gömme peşinde ,ülkeye gerçek bir siyasal zemheri geldi.
Bari çiçekleri kurtarabilsek.”
***
“ Spotta ‘soğuklar bastırdı…
22 Aralık’ta zemheri başlayacak ve 1 Şubat’a kadar sürecek. Bu durumda yapılacak iş çok… Çiçeklerin soğuğa karşı korunması, bahçenin elden geçirilmesi, bu ay ekilecekler… Haydi işbaşına!’ uyarısı vardı.
Çiçeklerin soğuğa karşı korunması, bahçenin elden geçirilmesi, bu ay ekilecekler gibisinden ‘işlerimiz’ maalesef yok…
Yüksek duvarlarla çevrili mütevazı avluda bol bol yürümeye çalışıyorum.
Gün içinde iki saatin altına düşmeden, daha yukarısını hedefliyorum.
Madem ülkeye zemheri geldi, en azından kilo verip, sağlığı az biraz özen göstererek hiç olmazsa küçük bir ömür amortisi kazanmaya çalışalım…”
***
“Sağlıkla ilgili tüm haberleri, sohbetleri, köşe yazılarını ve magazin deryasını izliyorum.
‘İyi ki tansiyonum çıktı’ isimli yeni çıkan bir kitaba rastladım.
Boğazına düşkün, yemeğe içmeye fazlasıyla meraklı Prof. Tekin Akpolat zaman içinde hem şişkolaşmış, hem de şeker hastası olmuş, hem de yüksek tansiyona tutulmuş.
Kitapta bunlarla baş etmenin yollarını anlatıyormuş.
Röportajında çok ilgimi çeken bir örneğe rastladım.
Yüksek tansiyona karşı insanlığın artık silahlandığını, çaresiz olmadığını 1945’de 2. Dünya Savaşı sonunda, dünyanın yeniden paylaşıldığı Yalta Konferansı’ndan çarpıcı bir örnek eşliğinde kıyaslayarak anlatıyordu.
Yalta Konferansı sırasında ABD Başkanı Roosevelt’in tansiyonu 26/15 imiş. Ama o tarihlerde yüksek tansiyonun henüz çaresi bulunamadığından sadece sakinleştirici alıyormuş. Nitekim Yalta Konferansı’ndan 8 hafta sonra ölmüş.
Sovyetler Birliği Başkanı Stalin de yüksek tansiyondan mustaripmiş ve hipertansiyonu sülüklerle tedaviye çalışıyormuş. O da beyin kanamasından ölmüş ama epey sonra…
Dünyayı paylaşacak güçteler ama yüksek tansiyonu denetim altına alacak çareleri yok.”
***
“Doktor yüksek tansiyona, şekere, kalbe karşı 8 T kuralı diye bir formül geliştirmiş.
Ancak bu sekiz kuralı adeta özetleyen bir kural ilgimi çekti: ‘Ha babam yürüyün, yürüyüş gerçekten ilaç’ diyordu.
Roosevelt ve Stalin’in dünyayı paylaşım, yer küreye egemen olma kavgası söz konusu değil ama zemheri soğuklara rağmen yüksek bir yürüme iradesi ve imkanına sahibiyim, doğrusu sevindim.
Saat 11 oldu, hattâ geçiyor, henüz gazeteler gelmedi, gelse de bir büyük bir kasveti elimde tutmuş gibi hissedeceğim.
Güneş biraz parıldadı, saçaklar da gece dondurarak zapt ettiği suyu avluya bıraktı.
O hâlde tam da yürüme zamanıdır.
Biraz yürüyeyim bari.”
***
Yukardaki notları yazdığımdan bu yana dört yıl geçti…
Hattâ 2020 yılı da yarın geride kalıyor…
Ne yıldı…
Korona, deprem, hattâ göktaşı bile yerküreyi pas geçmedi…
Üstelik Ahmet hâlâ Silivri’de…
Bu sabah da güneş biraz parıldar gibi…
Yürüyeyim bari…