Köşe Yazarlarımız

Kokularla iktisat




İktisat bilimi ile irtibatı kopmuş sayıklamalar beni, 1980’lerde çeşitli gazetelerde yazdığım yazılara götürdü

Basın Tarihi yazıları nedeniyle, Susurluk Skandalı ve Sedat Peker’in üstü örtülmek istenen iddiaları nedeniyle bugünün Türkiye’sinin adeta ilk baskısı gibi duran 1996 yılında adım adım, köşe bucak dolaşıyordum.

Zaten “Lanetliler Bahçesi” ve “Kontrgerilla, Uyuşturucu, Kıbrıs” başlıklı son iki yazıyı da bu benzerlikleri vurgulamak için yazmıştım.

***

Ancak birdenbire, bu kez iktisat tarihinde eşi benzeri olmayan bir olaya rastladık, siyasal iktidar esnek kur rejiminde Türk parasını devalüe etme başarısını gösterdi.

Bir gökdelenden tepe taklak aşağı fırlatılmış gibi fakirleşerek düşmeye devam ediyoruz.

Makroekonomiyi, faizi yok sayarak yönetmek iddiasını bir “modele” oturtma mırıldanmalarına rastladık.

Önce Çin Modeli, daha sonra Türk Modeli dendi…

Güya Türkiye yeni bir sermaye modeli deneyecek ve 6 ay içinde sonuç alacaktı.

İktisat bilimi ile irtibatı kopmuş sayıklamalar beni, Sorbonne’daki doktora öğrenciliğim sırasında ve daha sonra Türkiye’ye döner dönmez çeşitli gazetelerde yazdığım yazılara götürdü.

O dönemde üzerinde yoğunlaştığım iki konu vardı, ilki sermaye birikim modeli, ikincisi ülkenin asla ve kata düzelmeyen tasarruf yetersizliği…

Daha sonraki hocalığımda da bu konulardan pek vazgeçmedim. Arşivimden bu dönemdeki bazı yazıları çekip çıkardım…

***

11 Haziran 1981 tarihinde, Milliyet Gazetesi’nin “Düşünenlerin Düşünceleri” sütununda “Yeni ‘Dünya İş Bölümü’ ve İMF” başlıklı bir yazı yazıp, IMF Genel Kurul kararlarını tartışmış, dünya iş bölümü açısından anlamını irdelemişim.

***

Milliyet’te aynı köşede, 12 Kasım 1981 yılında, “Aşağıdakiler-Yukardakiler” başlıklı uzun yazı da aynı konuda.

Birleşmiş Milletlerin az gelişmiş ülkelerin sorunlarını ele aldığı bir toplantı üzerinden dünyadaki ülkeler arasındaki adaletsizliğin fotoğrafı çekme ve Türkiye için dersler çıkarma çabasına girişmişim.

Yazının aşağıya aldığım giriş paragrafı yazının da ruhunu veriyor:

“Paris’in üzerine gecenin karanlıkları çökmeye başlarken, her gün, bir grup insan Saint Germain Kilisesi’nin önünde toplanıp, Montparnasse Mezarlığı’ na kadar sembolik bir yürüyüş yapar.

Amaçları yeryüzünde her 55 dakikada açlıktan ölüp gömülemeyen insanların dramlarına dikkat çekmek ve açlıktan ölenlerin cesetlerini gömmek üzere parasal yardım bulmaktır.”

***

6 Nisan 1986 tarihli, Güneş gazetesinin “Düşünce Forumu” köşesine yazdığım yazının başlığı da “Sermaye birikim modeli ve sınıflar”:

“Ekonomik açıdan bakıldığında, yeni birikim modeline rağmen, ülkenin ihtiyacı olan yatırımların veya yatırımları finanse edecek tasarrufların yeterince artmadığı gözlenmektedir.”

***

6 Ocak 1986 tarihli “Milliyetçilik ve Egemenlik” başlıklı yazı da çerçevesi açısından aynı, ancak “milliyetçilik” ve “egemenlik” kavramlarının farkına vurgu yapmışım:

“Türkiye, dünya iş bölümünün onayıyla giriştiği bu ekonomi politikayı, ‘milliyetçi’ bir politika olarak benimsemiş ve egemenlik kavramını ikinci sıraya itmiştir.
Milliyetçi ekonomi politikaları görünümü ardında, milletin tüzel kişisi olan devletin uluslararası ilişkilerde pazarlık gücünün arttırılmasına özen gösterilmemiştir.

Milliyetçiliğin ön planda olup, egemenliğin kaale alınmadığı böyle ekonomik bir ortamda, doğal olarak, ‘ithal İkameleri’ politikaları yabancı sermayenin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmiştir.

İthal ikamesi, yerli sanayinin güçlenerek, dünya piyasalarında rekabet edeceği bir seviyeye gelmesini sağlayacağı yerde, dış rekabete kapalı iç pazarda tekellerin at koşturmasına ve Türk halkından oluşan tüketicilerin hak etmedikleri bir biçimde hem pahalı hem kalitesiz mallara mahkûm edilmesine sebep olmuştur.”

***

Tabii bugünlerin bana o yazıları anımsatmasındaki asıl neden, dünyadan kopmaya yönelik, Enver Hoca dönemi Arnavutluk’una dönmek isteyen sinsi bir arzunun da ortalıkta dolaşması…

Güneş Gazetesi’ndeki, 20 Kasım 1985 tarihli, “Kokularla İktisat” başlıklı makalenin de konusu Haliç üzerinden tam da bu…

Sadece iki bölümünü alayım:

“Eylül 1934 tarihli Cumhuriyet Gazetesi, dünyanın en tabii, en güzel iç limanlarından biri olan Haliç’in, senelerden beri temizlenmediğinden, yağmurların ve küçük derelerin uzun zamandan beri İstanbul tepelerinden sürüp getirdiği teresübatla yarıdan yarıya dolmuş olduğunu belirtmektedir.”

“1980’li yıllara doğru ‘ithal ikamesi’ politikası iflas etti. Artık sistem de dünya iş bölümünü değiştiriyordu. Dünya kapitalist sistemine iyice entegre olacak ve dışa dönük sanayileşme politikaları izleyecektik. Haliç gene bir süre daha koktu.

Ama dışa açılma politikalarının somut uygulamalarıyla birlikte, “Altın Boynuz” temizlenmeye, toparlanmaya başladı.

Dışa açılma ister istemez kendi ‘estetik anlayışını da’ beraberinde getiriyordu.
Kokular da azalmıştı. 1934 yılında yarı yarıya dolduğu ilan olunan Haliç, elli yıldan beri ilk kez temizleniyor, paklanıyordu.

Bir ömür içe dönük büyüme modellerinin ferasetini ve Haliç’in kötü kokularını duya duya yaşayanların aklı karışabilir.

Ama aslında durum o kadar karışık değil. Haliç’in durumundan da anlaşıldığı gibi, dışarı açılmak, bir kesimin ısrarla iddia ettiği kadar da kötü değil galiba!
Türkiye gibi kötü kokuların birikimli olduğu bir ülkede böylesi bir politika, en azından, “Courant d’air” (cereyan) yapıp, havayı temizleyebilir.”

***

2021 biterken de yeniden başa dönüyoruz galiba diye düşündüren bir durumla karşı karşıyayız…

Yeryüzündeki türbülans nedeniyle, belirsizlik üzerinden tutarsızlığı siyaset haline getiren ve hukuku, denetimi tepeleyen yönetim anlayışı, bu kez aşırı biriken kötü kokular nedeniyle ülkeyi dünyadan koparmak ve içeri kapanmak istiyor…

Geçmişteki yazıları ve özellikle de “Kokularla İktisat” yazısını bu nedenle anımsadım ve paylaşmak istedim.









Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu