Neden Aykırı?
Çünkü bir toplumun ileriye gitme kapasitesi, o toplumun normalleştirdiği, meşrulaştırdığı genelgeçer “doğru”ları ile sınırlıdır.
Var olagelmiş tanımların, değerlerin, yargıların ve hayatın her alanında yer etmiş düzenlerin sorgulanmasına izin verdiği, teşvik ettiği ve bu sorgulama için özgür alanlar yarattığı düzeyde gelişime açıktır. Aile içinde, eğitimde, iş yerinde, kamuda, özel sektörde, siyasette, Kıbrıs sorununda… Hayatın her alanında.
Bu anlamda oldukça muhafazakar bir toplumuz. Haksızlığın, adaletsizliğin ucu bireysel olarak direk bize dokunmadıkça sorgulamıyoruz.
“Deli”nin biri de sorgulamaya kalkarsa, toplum olarak kenetlenip düzenimize tehdit olarak algıladığımız bu sese veya harekete karşı savaş açıyoruz. Kimimiz saldırarak, kimimiz sessiz kalarak. Marjinalleştiriyoruz, susturuyoruz, cezalandırıyoruz.
“Deli” kelimesini de laf ola kullanmıyorum. Bu ve benzer tanımları gerçekten kullanıyoruz düzenimize çomak sokanlar için. Hele de düzene uyumsuzluk gösteren bir kadınsa. Delidir, şirrettir, kitlesel mobbing uygulayalım, sussun otursun bir köşede.
Tesadüf bu ya, Michel Foucault Deliliğin Tarihi kitabında deliliğin arkeolojisini inceliyor ve her toplumun içinde bulunduğu dönemde kendi normallik standartlarına aykırı gelenleri nasıl “deli” olarak tanımladığını ve toplumsal hayatın dışında bir yere hapsettiğini anlatıyor. Buradan yola çıkarak, bizi normalliği ve genelgeçer doğruları sorgulamaya teşvik ediyor.
Her doğru rejimi, belli güç ilişkileri ve güç yapısı tarafından kurulur, bu doğru rejimi de kendisini doğuran toplum düzenini besler, büyütür, güçlendirir, kalıcılaştırır.
Ta ki dengeler bir şekilde bozulsun (bu da çoğunlukla kontrol edemediğimiz dış etkenlerle oluyor) ve o güne kadar kurulu düzenin hizmet ettiği yeterli sayıda insanın rahatı bozulsun, alışageldiği çıkarları (veya “kazanılmış hak”ları) sürdürülemez noktaya gelsin.
Peki Kıbrıs Türk toplumunda nasıl kuruldu bu tahakküm ve itaat düzeni? Baskı ve tehditle mi? Hayır. Din, milliyetçilik veya bunun gibi bir ideolojik manipülasyonla mı? Hayır.
Yakın savaş tarihi ve devam eden Kıbrıs sorunun yarattığı mağduriyetle meşrulaştırmayı seviyoruz kurulu düzenin kusurlarını ama bence Antonio Gramsci’nin tarif ettiği gibi ideolojik bir hegemonyayla da açıklayamayız bizim düzeni. Çoğunluğun çıkarlarına hizmet edecek şekilde kuruldu düzen.
Kimimize savaş ganimetlerinden iyi pay düştü, bunu sermayeye çevirdik, üstüne kamuyu da toplumu da sömürebildiğimiz kadar sömürdük; kimimiz ise şu veya bu kamu kurumunda köşe tuttuk, dolgun maaşlarımızın rahatlığı ve neredeyse ne yaparsak yapalım (veya ne yapmazsak yapmayalım) sabit olan iş garantimiz ve bunun sağladığı güvenceyle sindik kaldık kaptığımız köşede.
Sömürülenleri, ucuz ve güvencesiz emeğiyle zenginliğimize zenginlik katanları pek de dert etmedik. Ne de olsa çoğunluğu “bizden” de değildi. Böyle kurulmuştu düzen.
Bugün yaşanan sahte diploma ve yüksek öğretimde kalite tartışmaları tüm bunların çok güzel bir örneği. Şimdiye kadar bilinmiyor muydu ülkemizde sahte diploma fabrikalarının varlığı? Bal gibi de biliniyordu.
Bu fabrikaların insan ticareti merkezlerine dönüştüğü de biliniyordu. Sahte değil “gerçek” diplomaların ve sunulan akademik derecelerin de evrensel standartların oldukça altında olduğu, hatta bu dereceleri bahşedenlerin arasında da birçok sahte diplomalı, çalıntı makaleli/tezli birçok “akademisyen” olduğu da çok iyi biliyordu.
Biz 10 yıl önce bunun kavgasını verdiğimizde aykırı olduk, “deli” olduk, işsiz kaldık, mahkemelerde süründük yıllarca. Bugün bu sistemin içinde çökme noktasına gelen gerçek üniversitelerimizin gerçek akademisyenleri de o dönem sustular. Bugün artık konuşuyorlar… Neden?