Köşe Yazarlarımız

Acelesi olmayan yaprak






Bir kilo mercimeğin çeyrek altın olduğu, balıkların karnından plastikler çıkan, üzerimize yağmurlarla plastik yağan, bölük pörçük herkesin birbirinin akrabası olduğu bir şehirde oturuyorduk.

Teyzelerin nüfusu halaların nüfusunu, amcaların nüfusu dayıların nüfusunu geçeli yıllar olmuştu.

Izdıraplı ve bir o kadar acelesi olmayan bir yaprak gibi yaşayan, üzülen, üzüntüye çare üretmeyi umutsuzluğa ve korkuya düşürmüş insanlardık.

Hayvanlar arasında yaşanan büyük bir doğum şenliği mevsiminin hemen öncesiydi. Onun hayalleri daha çok tıpkı benim gibi hayal kurmayanları ilgilendiriyor gibiydi. Birisi hayal etmeye başladığında orada bir tehlike vardır.

Kamuran amcam Birgül Teyzeme; başkalarının rüyalarından kaçın, birgün birinin rüyalarına girersen eğer tavus kuyruğu çıkarmış gibi etrafta gezersin derdi. Hiç görmediğim bir rüya bu. Kamuran amcam samyeli vurmuş mayıs çirozu gibi, boydak bir adamdı. Bütün insanlar gibi onun hayalleri de her zaman yiyip bitiriciydi ve bizleri kendi girdabına çekme tehditi altında bırakırdı.

İnsanların hayalleri tehlikeliydi.

Hayallerin güç için korkunç azimleri vardır. Ve her birimiz başkalarının hayallerinin kurbanıyız.

Başkalarının hayallerinden sakınıyordum. Hayallerin birine yakalanırsam eğer, işim bitti demekti.

Henüz kimseler de gençlerle kurulacak en kötü iletişim yolunun deneyimleri anlatan hikâyeler olduğunu anlamamıştı.

Şimdiye kadar kuvvetle inanılmış her şeyin teker teker çöktüğü ihtimamsız bir kaç yılın daha başındaydık. Tıpkı o masalda anlatıldığı gibi, hukukçu papazla büyücü-kralın politik egemenliği altında, muktedir hisleriyle onurumuzu ayaklar altına almak isteyenlerin sütunları yükselirken, bizlerse gölgesi çatımıza oturmuş bir kaç sütunla içimizde yitik bir köşede kalmış evler gibiydik.

Cebimdeki son parayla Yaşar Kemal’in Peri Bacaları kitabının ilk baskısını satın almıştım. İkinci sayfasında Nisan 1957 yazıyor, heyecandan içime karasular doluyordu. Umudu yüzüme bile çıkarmaz, biraz da alıkça, gönlümde besleyip dururdum.

Mahallelerin arasında göçmüş kediler bahçesi diye anılan yerin içinden geçip, büyücü-kral ve öteki şeylerden bizleri ayırıp tek başına bırakan yola gelince koşmaya başlayıp evime varmıştım. Büyücü-kral sağlam balsa ağaçlarının arkasında, herkesten, hatta kendi tebasından bile uzakta münzevi hayatını yaşıyor bizlerse kütür kütür okşa ağaçlarının ötesinde büyücü-kralla karşılamaktan korkarak yaşıyor, okşa ağaçlarının arkasında da hukukçu papaz yaşar, umudumuzun çalınmasından kaçardık.

Okşa ağaçlarını sevenlerle Balsa ağaçlarını sevenler diye birbirimizden ayrılıyorduk. Tıpkı bir kitabın ilk bölümünü sevip ikinci bölümünü vasat bulanlarla, ilk bölümünü vasat bulup, ikinci bölümünü sevenler arasındaki çıkmazda büyümüş gibiydim.

Kamuran amcam tıpkı o masaldaki gibi büyücü-kralın hizmetindeki prenslerden sadece birisiydi. Hukukçu papaz, bizler ve büyücü-kral birbirimiz için ötekiydik.

İnsan iki ayrı ağaçlığın ortasında ötekini ilk kez gördüğünde ne yapar? Ya Kabil gibi Habil’i öldürüp gömecek, ki aynı hikâye Albert Camus’un Yabancı romanında da vardır. Ya da Robinson Crusoe(Kuruz) Cuma’yı öldürmek yerine onun farklılığını öldürecek, onu medeniyet ve imana zorlayarak dönüştürecekti.

Kamuran amcam gibiler nasıl var olabilirdi? Erdem sıkıcı hale geldiği için kötülük cazibeli bir hale mi geliyordu. Biz bir lokma eti ağzımıza attığımızda sevinen insanlar ne zaman yükselişe geçsek, büyücü-kral ve Kamuran amcam erdemi o günden sonra tutumluluk, ihtiyat, ölçülülük, iffet olarak tanımlıyordu. Oysa bize göre erdem ve iyi olmak heyecan verici, coşku doludur. Kötülükse eksiklik, mahrumiyet, hiçlik, hayat dolu olma kabiliyetsizliğidir. Kötülük cafcaflıydı, fakat koftiden bir şeydi. İçi boş ve sıkıcıydı. Kıl kadar ince, derinliği olmayan ve sıkıcıdır. Kötü olan yaratılışımızı her seferinde kaosa çeviren, tersine çeviren saf bir hiçliğe geri dönüştürendi. Sadelik son derece tahrik edicidir, hele ki faşistler için. Asıl çabaları bütün zevklerimizi müstehcen bulup, her şeyi hiçbir şey noktasına getiremeye çalışmaktan başka ne olabilirdi?

Kamuran amcamın tam tersine, bana göre adil düzen dünya düzenine uyumlu olandı. İnsanın kendi zihinsel adasını keşfetmesiyle, coğrafyanın ismini verme girişimi ayrı şeylerdir. Büyücü-kral Kamuran amcamla bir protokol imzalamak istiyor, bizlerse ızdıraplı, acelesi olmayan bir yaprak gibi bakıyor, acelesi olmayan bir yaprağın bilgeliğinden, bilgisinden oldukça uzaktaydık.

Oysa bana göre kültür hem tanıma hem de karşılaşma protokolüdür, hem de bir inkâr sistemidir. Kültür öteki ile karşılaşmaya izin verir. Ama asıl izin verdiği şey ötekini reddetmektir. O yüzden protokollerin tanıma ve karşılaşmaya yüzünü dönmüş bir değişim yaratması gerekir. Eğer böyle olmazsa karşılaşma ahlak dışı, etik sınırlar dışında kalır.

Kamuran amcama anlatmayı denemiş, yoksa neden koşarak eve geliyoruz demiştim. Boşuna bir çabaydı. Mesele her zaman yalandan bir hayatta kalma ile çözülüyordu. Çünkü şimdiye kadar Cuma’nın gözünden bir Robinson hikâyesi yazılmadı.

Amcam ufarak teferek, sıskaca, kuruca bir adamını büyücü-kralın tayin ettiği biriyle protokol imzalasın diye gönderecekti.

Hukukçu papaz buna karşı gibi görünürdü ama, aslında birliktelerdi de. Büyücü-kralın rejimine göre kurmaca saptırılmış bir mesajdı. Hayal gücüne, bir ileri görüş oluşturmasına izin verilecek kadar itibar edilmezdi.

Kamuran amcamla hukukçu papaz bizi bir gözbağı gibi okuyor, bize inanmıyor, çözümlemeye çalışıyor, zorluyor, bizimle birlikte hayal kurmuyor, düşlere dalmıyorlardı.

Kurmaca romanlar yerine tıpkı diğer totaliter rejimler gibi önümüze kendi meşreplerine yakışır, yaraşır öğretici kitaplar koymuşlardı.

Gençler de deneyime yönelik değil de öğreticiye yönelik iletişime odaklı olduğu için büyücü-kral tarafından tedavülden kaldırılmış kendi hayallerimizden uzak yaşıyorlardı.

Fakat hayat bunun tam tersiyle de anlam kazanamazdı. Zaman baskısı altında olan, saldırgan, sabırsız, özgüveni düşük, neşesiz insanlar haline getiriliyorduk.

Bu hastalığın adı da zehirli düşmanlıktı.

Çevremizdeki dünyada bir şeyler olduğunda bunun sizinle ilgili olduğunu düşünüyorsanız, aksiliklerin özellikle sizin başınıza geldiğine inanıyorsanız ve kendinizi korumanın tek yolunun yedi gün yirmi dört saat tetikte beklemek zorunda olduğunu düşünüyorsanız, sizde de zehirli düşmanlık var demektir.

Korkan insanlar insanlıklarından vazgeçme girişimiyle karşı karşıya kalırlarmış.

Bize geleceğe dönük bir anlam, gelecekte tamamlayacağımız bir iş lazımdı, evde bizi bekleyen biri varmış gibi yaşamak lazımdı.

Muhtarlarla çalışmaya başlamıştık.









Göz Atın
Kapalı
Başa dön tuşu