28 Şubat’ın Yollarında…
Libya’da Kaddafi‘nin Türkiye Cumhuriyeti‘ni suçlayıcı konuşması karşısında Erbakan‘ın sessiz kalması tarihsel bir skandala dönüştü
Beş hafta sonra, 28 Şubat “post modern darbesinin” 25. yıldönümü…
Oradan bugünlere nasıl geldiğimizin anlaşılması için çok derinlemesine analiz edilmesi gereken bir çeyrek yüzyıl…
O gün neydi, bugün yaşanan ne?
Nihayetinde demokratikleşemeyen, hukuk devletinden nasibini alamayan, vatandaşına refah ve özgürlük sağlayamayan ülke…
Neden ve niçin?
Niye bir türlü demokratikleşemiyoruz?
***
Siyaset kurumu bu bedbahtlığın temel sebeplerini aramak ve çözmek yerine iktidarı ele geçirmeyi yeğliyor…
Temel soruları sorup, gerçekçi çözümler bulamayınca da sarsalanıp duruyoruz.
1997 ila 2022 arasında yaşananlar ülkenin durumunu çok açık biçimde ortaya koyuyor.
O gün “post modern darbe” söz konusu iken, bugün Siyasal İslamcı otokratk bir rejimin kurbanıyız…
Aslında hep aynı yerdeyiz, yalnızca durduğumuz yerin rengi ve iktidarın sahipleri değişiyor.
***
Ama önce 28 Şubat’a nasıl sürüklendiğimizi anımsamakta fayda var…
28 Şubat’a giden süreci araştırırken, öncelikle genç nüfusa dönemin siyasal ortamını da bir kez daha anımsatalım…
1995 seçimlerinde Refah Partisi, aldığı yüzde 21,37 oy oranı ve kazandığı 158 milletvekili ile birinci parti oldu. Doğru Yol Partisi (DYP) ile Anavatan Partisi (ANAP) arasında kurulan kısa ömürlü koalisyon hükûmetinin istifasından sonra birbirlerinin yolsuzluk soruşturmalarını kapatmak şartıyla Tansu Çiller’in DYP’si ile Refah Partisi’nin kurduğu REFAHYOL hükûmetinde Necmettin Erbakan 28 Haziran 1996’da başbakan olarak göreve başladı.
***
Erbakan ilk yurt dışı ziyaretini İran‘a yaptı.
Sonra da 2-7 Ekim 1996 tarihleri arasında sırasıyla Mısır, Libya, Nijerya’yı ziyaret etti.
Libya’da bir çadırda Muammer Kaddafi‘nin Türkiye Cumhuriyeti’ni suçlayıcı konuşması karşısında sessiz kalması tarihsel bir skandala dönüştü.
Bu skandal basının ve muhalefetin büyük tepkisini çekti.
O ziyarete projektör tutmak sadece basın tarihi açısından değil, Türkiye’ye dair daha derin bir analiz için de yararlı….
***
Erbakan’ın Başbakan olur olmaz ziyaret ettiği Libya dünya sisteminin dışladığı bir ülke halindeydi.
Erbakan’ın bu gezisinin asıl amacının tüm zamanların siyasetinin finansmancısı rolünü oynayan müteahhitlerin Libya’da biriken paralarını tahsil etmek olduğu da çok yazılıp çizildi.
Aslında gezinin başında sorunsuz bir gezi olacağı tahmin ediliyordu.
Ama tam tersi oldu…
***
Kaddafi çok sert eleştiriler yaptı.
“Türkiye Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi iradesini kaybetmiştir. Türkiye ABD üslerinin işgali altındadır. Türkiye’nin iradesi hürriyetine kavuşuncaya kadar mücadele etmemiz gerekir,” dedi Türkiye başbakanının yüzüne.
Erbakan bu tür salvoları susarak ve konuşma uzadıkça yüzü beyazlaşarak dinledi.
Tepki vermediği gibi tam tersine “Muhterem Devlet Başkanı Kaddafi Beyefendi’ye, gösterdiği misafirperverlikten dolayı kalpten teşekkürlerimi sunarım,” dedi.
Bu, kendisini devirmek için ortam yaratmaya hazır bekleyenlerin eline verdiği ilk büyük koz, ilk büyük hataydı.
***
O zaman da çok konuşuldu, olayın videosunu izlerken de bir kez daha anımsadım, Kaddafi Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Necmettin Erbakan’ın “İslam Komutanlığı üyesi” olduğunu da söyledi.
O zaman bu ifadenin altı çizilse de peşine çok düşülmedi…
Ne olup olmadığı pek sorgulanmadı?
Araştırma için sağa sola bakarken de “İslam Komutanlığı üyesi” ifadesinin berraklaştırıldığı bir açıklamaya rastlamadım.
Neydi bu İslam Komutanlığı?
Bunu hiç bilemedik, sadece böyle bir komutanlık olduğunu öğrendik.
***
Ertesi gün Türkiye’de kıyamet koptu…
7 Ekim 1996 tarihli Sabah Gazetesi “Utanç Gecesi” manşetini attı…
Manşetin altında “Baldırı çıplak bir bedevi, ülkesinde konuk olarak bulunan Başbakan Necmettin Erbakan ve Türk heyeti önünde Türkiye’ye hakaret yağdırdı” cümlesi vardı.
Hürriyet Gazetesi’nde de “Bunun hesabını millet sorar” manşeti yer aldı…
***
Bu diplomasi rezaletinin arkasından bu sefer manüpülatif olaylar ivme kazandı…
Aczmendiler isimli sarıklı, cüppeli tuhaf bir grup sahneye çıktı. 113 kişi gözaltına alındı.
Manşetler atıldı.
***
Erbakan ve Refah Partisi bir büyük hata daha yaptı.
3 Kasım 1996’da yaşanan Susurluk Kazası’nı büyük bir temizlenme, demokratik bir silkiniş vesilesi saymak gibi bir amacı olmadığı için Erbakan bu korkunç olayı “fasa fiso” diye geçiştirdi.
Sistemle demokratik bir hesaplaşmaya girişmedi, tam tersine kendisini düşman kabul eden bir sistemin savunuculuğunu üstlendi.
Adalet Bakanı Şevket Kazan “mum söndü oynuyorlar” yorumuyla hem Alevi kesimi rencide etti, hem de ortaya çıkan derin ilişkiler ağını küçümsedi.
Demokratik bir platform oluşturma imkanını elinin tersiyle itti Refah Partisi.
Bir hukuk devletinin yolunu açma fırsatını ıskaladı.
***
Bu iki büyük siyasi hatanın ardından “garip” olaylar dizisi başladı.
Aczmendi isimli grubun lideri Müslüm Gündüz’ün gazeteci Hüseyin Üzmez’in evinde Fadime Şahin ile buluşması operasyona dönüştü ve operasyon dakikası dakikasına medya tarafından verildi.
Sahte şeyh olarak anılan Ali Kalkancı da bu senaryonun bir figürü olarak ortalıkta dolandı.
***
1997 bu ortamda geldi…Ve yaşananlar ivme kazandı…
28 Şubat’ın yollarının taşları döşeniyordu.
Demokratik bir büyük toplumsal harekât otomatik harekete geçemedi, onun tersine “zinde güçler” devinimini artırdı… Medya da büyük destek verdi.
28 Şubat’ın gerçekleşmesinde medya büyük rol oynadı.
Yaşananları hiç sorgulamadı, askeri vesayetin propaganda aracı gibi davrandı.
***
O günkü medyayla bugünkü medya arasında büyük bir fark yok.
Gene yaşananlar sorgulanmıyor, gene hukuk ve demokrasi savunulmuyor, gene iktidarın propaganda aracı gibi çalışılıyor.
O günkü medya ile bugünkü medyanın yöntemleri ve iktidar bağımlılıkları aynı.
Medyayı dürüstlüğe zorlayacak bir toplumsal refleksin olmaması ise ürkütücü.
Galiba en büyük dert de hukuka ve demokrasiye bağlı bir toplumsal refleksin hiçbir dönemde siyasete ağırlığını koyamaması.
O günden bugüne geçen çeyrek yüzyıla baktığınızda bu gerçek bütün ağırlığıyla karşınıza çıkıyor.